Travmadan Stratejiye: 7 Ekim Sonrası Bölgenin Yeniden İnşası

Büyükelçi Erdem Ozan, 7 Ekim sonrası Orta Doğu’nun savaşın ötesine geçerek kalıcı bir istikrarsızlık yapısına dönüştüğü süreci Fokus+ için kaleme aldı.
Erdem_Ozan (1).jpg
251006MT%C3%87_Web_-_ODAK___Travmadan_Stratejiye_7_Ekim_Sonras%C4%B1_B%C3%B6lgenin_Yeniden_%C4%B0n%C5%9Fas%C4%B1_-_Erdem_Ozan (1).jpg

06.10.2025 - 17:13  |  Son Güncellenme: 07.10.2025 - 12:16

7 Ekim 2023 tarihinden iki yıl sonra, bugün Orta Doğu bir bölgeden çok iyileşmeyi reddeden açık bir yara gibi görünüyor. Bir savaş olarak başlayan süreç, artık bir sisteme dönüştü. Her devlet, tercihlerinden bağımsız olarak bu yeni yapıya uyum sağlamak mecburiyetinde kaldı. Her toplum, belirsizlik içinde yaşamayı öğrendi.

Bu gidişatın sürdüğü şartlarda, önümüzdeki on yıl ne barış ne de kesin bir savaş şeklinde tarif edemeyeceğimiz, bunun yerine kurumsallaşmış bir istikrarsızlık döneminin yaşanması kuvvetle muhtemel. Krizlerin çözülemediği, sadece yönetildiği; umutsuzluğun ise bölgenin temel ortak özelliği haline geldiği bir dönem.

Bu seyri tersine çevirmek için üç temel öncelik öne çıkıyor:

Birincisi: Gazze’nin siyaseten yeniden inşası

Gazze’nin geleceği bağışçılara ya da güvenlik müteahhitlerine devredilemez. Yardımı meşruiyete bağlayan, Filistinliler tarafından yönetilen ve uluslararası garantilerle desteklenen bir yönetişim çerçevesi gereklidir. Bu olmadan, “savaş sonrası Gazze” siyasi boşlukları gizleyen ve sürekli istikrarsızlığa gebe bir sahneden ibaret olacaktır.  

İkincisi: Bölgesel güvenlik mutabakatı

Türkiye, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri arasında gayriresmî ama gerçek bir eşgüdüm mekanizması tesis edilmelidir. Bir ittifaktan ziyade ortak sorumluluk anlayışına ihtiyaç var. Silahlanma, istihbarat ve egemenlik konularında teşkil edilecek etkin bir koordinasyon, uzun süredir hakkında konuşulan ama kendisini ifade etmesine izin verilmeyen bir bölgeye yeniden hareket alanı kazandırabilir.

Üçüncüsü: Batı’nın yaklaşımının gözden geçirilmesi

ABD ve Avrupa’nın inandırıcılığı seçici empati ve ahlaki çifte standartlar nedeniyle son iki yılda ciddi şekilde zedelendi. Etkinliği yeniden kazanmak için, çoğu zaman suç ortaklığını gizleyen tarafsızlık yanılsamasından vazgeçilmeli; uluslararası hukuk ayrıcalık değil evrensel bir ilke olarak yeniden merkeze alınmalıdır.

7 Ekim sonrası Orta Doğu ya içeriden yeniden inşa edilecek ya da dışsal atalete yenik düşerek yeni bir çöküş yaşayacak. Bölgenin artık endişe beyanlarına değil, “barış içinde birlikte yaşama” hedefi doğrultusunda yeni bir güvenlik tanımına ihtiyacı var.

Savaş, soykırım ve meşruiyetin aşınması

Gazze trajedisi sıradan bir kriz veya çatışma değil; küresel ölçekte kolektif ahlakımızın karşı karşıya kaldığı bir sınav niteliği kazandı. On binlerce Filistinli hayatını kaybetti; aileler ve kentler yok oldu. Dünya sadece bir savaşı değil, yok ediş stratejisinin normalleşmesini izledi.

İsrail beklendiği üzere hâlâ kendini savunma hakkına atıfta bulunuyor. Ancak bu “savunma”, ahlaki ve hukuki sınırları öyle aştı ki, uluslararası hukuk terminolojisi bile artık güçlükle tanımladığı kavramların ağırlığı altında ezilir hale geldi. “Soykırım” artık bir suçlamadan ziyade; canlı yayında tartışılan bir gerçekliğe büründü.

Ve yine de İsrail için bedel artık sadece insani değil, aynı zamanda varoluşsal. Agresif askeri strateji sayesinde caydırıcılık sağlanmış gibi görünse de meşruiyet zemini çökmüş durumda. Akıl, hukuk ve siyaset yerine korkuyla bezenmiş kalıcı bir olağanüstü hâl içinde yönetme anlayışının sürdürülebilirliği şüpheli.

Filistinliler için ise siyasi harita, en az toprakları kadar parçalanmış durumda. Gazze’de yönetişim enkazlar ve siyasi rekabet arasında askıya alınmış; yeniden inşa, bağışçı bildirilerinde atıfta bulunulan slogandan ibaret kalmış halde. Siyasi yenilenme ve muteber bir temsiliyet olmadan, Filistin davası, bir kurtuluş projesinden ziyade, sonsuz bir trajedi olarak hatırlanma riski taşıyor.

Bölge genelinde “güvenlik” kelimesi anlamını yitirdi. Süreklilik arz eden, meşruiyeti aşındıran ve toplumları uyuşturan bir güvensizliğin yönetimi anlayışı hakim kılındı.  

Değişen dengeler ve çöken sınırlar

7 Ekim’den iki yıl sonra, Orta Doğu artık bildiğimiz koordinatlarla işlemiyor. Şok ve ardından gelen travmayla başlayan süreç, artık yapısal hal aldı.  

İran’ın “direniş ekseni” hâlâ nefes alıyor, ama ciğerleri bitkin. Tahran’ın stratejisi artık caydırıcılık ile ihtiyat arasında denge kurmaya önem veriyor; genişleme ve nüfuzu yaymak değil hayatta kalma öncelik kazanıyor. Vekil güçleri hâlâ hareket halinde olsa da daha seçici biçimde yol alıyor. Zayıflığın ötesinde bir tükenmişlik söz konusu ve bu tahribatın onarımı zaman alacak.  

İsrail ise önleyici saldırıyı bir doktrine dönüştürdü. Saldırıları Şam’dan İsfahan’a, Beyrut’tan Doha’ya kadar uzandı. “Kendini savunma” artık sürekli bir saldırı gerekçesi, caydırıcılık ise tahakküm olarak yeniden tanımlandı.

Arap ülkeleri, yorgunluk ve korku arasında sessiz ama kararlı biçimde bu yeni dinamiklere uyum sağladı:

Katar saldırıların doğrudan hedefi haline gelse de arabuluculuğu sürdürüyor.

Suudi Arabistan normalleşmeyi durdurdu ama ileriye dönük hesaplamalardan vazgeçmiş değil. Ekonomik ve diplomatik cephelerdeki etkisini sessizce yeniden kalibre ediyor.

Mısır sınırlarını güçlendiriyor ve kendi ülkesine sıçrama riski taşıyan krizi yönetme arayışında.

Ürdün, yanıbaşındaki yangının sonsuza dek kontrol altında tutulamayacağı gerçeğinden hareketle uyarılarını yineliyor.

Ve Türkiye, tüm taraflarla konuşabilen ama hiçbirine tam olarak ait olmayan tek aktör olarak karşımıza çıkıyor. Ankara’nın bağımsız ama istikrar sağlayıcı duruşu bölgesel diplomasinin olması gereken hâlini yansıtıyor. Pragmatik, güvenilir ve diyaloğa dayalı bu yaklaşımı sürdürmek mevcut şartlarda tabiatıyla başlı başına bir sınama.

Bu yeni düzenin belki de en somut belirleyici gerçeği, sınırların çöküşü oldu. Savaş ile barış, devlet ile devlet dışı aktör, savunma ile saldırı arasındaki sınırlar sadece muğlaklaşmadı, yeniden çiziliyor. Orta Doğu’nun her bölgesinde savaş olmasa da barışın da her yerde hüküm sürdüğü söylenemez.

Sorumluluk ve yeniden hizalanma

Bölge artık siyasi değil, psikolojik bir yol ayrımında duruyor. Güç hâlâ var, ama güven yok. Uluslararası hukuk var, ama otoritesi söyleme indirgenmiş. Dış güçler hâlâ yeksek sesle konuşuyor, ama etkisiz.

Belki de başkalarının tükenmişliği sayesinde bölgesel sahiplenme yeniden ortaya çıkacak. Türkiye’nin arabuluculuğu, Suudi Arabistan’ın ekonomik erişimi, Mısır’ın ihtiyatı ve Ürdün’ün teyakkuzu artık tamamlayıcı roller değil. Bölgesel düzenin kalan son iskeletini oluşturan unsurlar.

Yeni aşama, eğer gelecekse, münhasıran caydırıcılık üzerine inşa edilemez. İsrail için bu, gerçek güvenliğin kalıcı kuşatma ile bir arada var olamayacağını anlamak demektir. Filistinliler için, yeniden inşa başlamadan önce siyasi meşruiyeti yeniden kurmak demektir. Arap ülkeleri için ise öfkeyi mimariye dönüştürmek, yeni bir strateji geliştirmek demektir.

7 Ekim’den iki yıl sonra, artık trajedinin yapıya dönüştüğü bir bölgede yaşıyoruz. Cevap bekleyen soru şu: Bu yapı, umutsuzluk doktrin haline gelmeden önce stratejiye dönüşebilir mi?

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.