Tahran’ın Yeni Gri Alanı: İran’daki Belirsizliğin Gelecek Aşamaya Dair İpuçları

Büyükelçi Erdem Ozan, İran’ın son dönemdeki belirsiz dış politika stratejisinin, bölgedeki istikrar üzerindeki potansiyel etkilerini ve Türkiye’nin bu süreçteki rolünü Fokus+ için kaleme aldı.
Erdem_Ozan (1).jpg
Tahran’ın-Yeni-Gri-Alanı--İran’daki-Belirsizliğin-Gelecek-Aşamaya-Dair-İpuçları.jpg

02.07.2025 - 16:02  |  Son Güncellenme:02.07.2025 - 16:18

İran, 1979 İslam Devrimi’nden bu yana çelişkiler üzerine kurulu bir denge sanatı sürdürüyor. Bunu ideolojik meydan okuma ile taktiksel pragmatizm, diplomatik yalnızlık ile bölgesel nüfuz, ağır yaptırımlar ile stratejik hamleler arasında gidip gelen bir dış politika profili şeklinde de tarif edebiliriz.  

Ancak son haftalarda, ABD-İsrail'in İran'ın nükleer altyapısına yönelik koordineli saldırılarıyla birlikte, bu dengenin de ciddi yara aldığı görüldü. Mesele yalnızca askeri kayıplar değil; asıl mesele, 12 günlük savaşın sonunda ileriye dönük net bir yanıt vermeme tercihine yönelen ya da yönelmek zorunda kalan bir Tahran’ın ortaya çıkmasıdır.

Bazı yetkililerin ABD-İsrail ikilisine malum suçlamaları yineleyen ve savaşın kendileri bakımından olumlu muhasebesini yapan açıklamalarının dışında, İran’ın bir sessizlik dönemine girdiği tespiti yapılabilir. Bir diğer ifadeyle, gelecek için net politika işaretleri vermeyen, muğlaklık içeren bir seçici retoriğe bağlı kalındığı söylenebilir. Ancak bu sessizlik bir strateji mi, yoksa çaresizlikten doğan zorunlu bir manevra mı?

Kırılgan bir sessizlik

İran Dini Lideri Ali Hamaney

Tahran’daki bu belirsizlik genel itibariyle stratejik bir tercih olarak yorumlanabilir. Ancak savaş süresince içeride yaşananlar, bunun aslında artan zafiyetleri örtmek üzere kullanılan bir sis perdesi olduğunu düşündürüyor. Hava savunma sistemlerinin geniş çapta etkisiz hâle getirilmesi, füze rampalarının yok edilmesi ve üst düzey Devrim Muhafızları komutanlarının kaybı yalnızca askeri kabiliyeti değil, rejimin sembolik gücünü de sarstı. Öte yandan, Fordov ve İsfahan gibi nükleer tesislerde yaşanan yapısal hasar, sağlıklı bir veri bulunmamakla birlikte, İran'ın nükleer eşik noktasına ulaşma takvimini hayli geriye çektiği genel kanaatini oluşturuyor.

İran’ın güvenlik mimarisi, her zaman dış tehditlere karşı yüksek alarmda olan bir yapı olarak tasarlandı. Ancak son dönemde yaşanan askeri başarısızlıklar, özellikle de İsrail’in nokta atışıyla gerçekleştirdiği derin sızmalı operasyonlar, bu mimarinin iç bütünlüğünü zedeleyen sonuçlar doğurdu. Bu durum, rejim içinde güvenlikten sorumlu kurumlar arasında artan bir suçlama döngüsünü tetikledi. Özellikle Devrim Muhafızları bünyesinde, “kim sızdırdı, kim görmedi, kim göz yumdu” soruları hızla yöneticilere yöneltilirken, görevden almalardan tutuklamalara kadar genişleyen bir iç soruşturma dalgası başlatıldı.

Bu tür tasfiyeler sadece cezai ya da idari değil, aynı zamanda psikolojik bir iklim oluşturuyor: kurumsal paranoya. Artık her subayın potansiyel bir güvenlik açığı, her bürokratın olası bir iç hain olarak değerlendirilmesi yönünde bir eğilim baş gösteriyor. Bu paranoya, sadakat üzerinden inşa edilmiş bir sistemde sadakatin tanımını bile muğlaklaştırıyor. Bir aktör “yeterince sadık” değilse, teknik başarısından bağımsız olarak görevden alınabilir. Bu da karar alma süreçlerini yavaşlatıyor, kurumlar arası koordinasyonu zayıflatıyor ve iç güvenliğe yönelik gerçek reform ihtiyacını göz ardı eden bir “sistem içi cadı avına” yol açıyor.

Dahası, bu içe kapanma sadece ordu veya istihbaratla da sınırlı değil. Dış politika kararlarını şekillendiren teknokratlar, bürokratlar ve hatta bazı dini danışmanlar dahi güvenlik devleti refleksiyle gözlem altında. Rejim artık sadece dış tehdide değil, içerideki potansiyel çözülmeye de odaklanmak zorunda. Bu denli yaygın bir güven bunalımı, İran’ın krize verdiği dış tepkinin neden bu kadar dağınık, gecikmeli ve hesaplı olduğunu esasen büyük ölçüde açıklıyor.

Toplumsal cephede ise, bir yandan İsrail karşıtlığı ve İran devletine sahip çıkma saiki ön plana çıkmış olsa da, savaş karşıtı bir ruh halinin de hakim olduğu yadsınamaz. Ekonomik çöküş, yolsuzluk ve baskının kıskacındaki toplum, maliyeti yüksek ve nereye varacağı belirsiz bir çatışmayı desteklemekten uzak. Üstelik İran’ın bölgesel vekil ağlarının da sesini yükseltmediğine de tanık olduk. Ne Hizbullah harekete geçti, ne Husiler sahaya indi. Rusya ve Çin sembolik açıklamalarıyla yetindi. İran, deyim yerindeyse yalnız kaldı.

Belirsizliğin dört yüzü: Tahran’ın olası yönelimleri

Tahran’ın bugünkü duruşu, caydırıcılığını gizlemek amacıyla geliştirilmiş geçici bir stratejik taktik olarak da görülebilir. Ancak bu toz bulutunun içinden çıkacak yönelimi doğru okumak, yalnızca İran’ı anlamak için değil, bölgenin yeniden inşa edilmeye çalışıldığı mevcut şartlarda Tahran siyasetinin değişen dinamiklere olası etkilerini öngörebilmek bakımından da önem taşıyor.  

Bu çerçevede, dört olası senaryoyu analitik bir mercekten inceleyebiliriz.  

1. Belirsizlik marifetiyle yeni müzakere kurgusu

Tahran, şeffaflıktan daha da uzaklaşarak bilinmezliği stratejik bir araç haline getirebilir. Nükleer varlıklarını farklı coğrafyalara yayarak, denetimleri reddederek ve net kırmızı çizgiler tanımlamaktan kaçınarak, karşı tarafın karar almasını zorlaştıran bir ortam oluşturabilir. Bu strateji, zaman kazanmayı ve diplomatik masada yeniden manevra alanı elde etmeyi amaçlar. Ancak bu yaklaşım, öngörülebilirliği azaltırken bölgesel rakiplerin “en kötü senaryo” üzerinden tepki vermesine de neden olabilir. İsrail’in erken müdahaleci refleksleri göz önüne alındığında, bu tür bir stratejik muğlaklık riskli bir oyun olabilir. Kısa vadede fayda sağlayabilir; ama uzun vadede inandırıcılığı sorgulanabilir hale gelir.

2. Merkezi caydırıcılığa geçiş

İran’ın Hizbullah gibi vekil güçleri, İsrail’in saldırılarıyla ciddi darbe almış olsa da, artık otonom siyasi ajandaya ve mekanizmaya sahip. Bu nedenle Tahran, doğrudan devlete bağlı silahlı unsurlar üzerine kurulu daha merkezi bir caydırıcılık modeli kurgulayabilir. İnsansız hava araçları, siber yetenekler, hassas füze sistemleri ve nükleer eşik stratejisi gibi enstrümanlar bu yeni modelin omurgasını oluşturur. Böylece hem kontrol mekanizması güçlenir hem de iç kamuoyuna “İran hâlâ oyun kurucu” mesajı verilir. Ancak yeni bir kapsamlı tırmanma yaşandığı vakit, İsrail’e ilave olarak Körfez ülkeleri bu modelin doğrudan hedefi hâline gelebilir; bölgesel güvenlik dengesi daha da kırılganlaşır. Yani Tahran içeride istikrar görüntüsü verirken, dışarıda yeni bir kriz dinamiği başlatabilir.

3. Vekiller aracılığıyla düşük yoğunluklu baskı

İran, sahada doğrudan eylemlerden kaçınarak, yeniden destekleyeceği vekil aktörleri aracılığıyla kontrollü bir gerginlik hattı kurabilir. Hizbullah üzerinden Lübnan sınırında sınırlı askeri hareketlilik, Husiler vasıtasıyla Kızıldeniz’de ticari gemi trafiğine müdahale ya da Irak’ta ABD üslerine yönelik düşük yoğunluklu tacizler gibi eylemler, bölgedeki güçlere “İran hâlâ burada” mesajı verme işlevi görebilir. Ancak bu strateji, vekillerin kendi dinamikleri nedeniyle öngörülemez hale gelebilir. Yanlış okunan bir hamle ya da bir hesap hatası, misilleme zincirini başlatabilir. İran bu stratejiyle yeniden oyun kurucu olabilir ama aynı zamanda istikrarsızlığı da hızlandırabilir.

4. Bölgesel arabuluculuk ve diplomasi ile geçici sükunet

İran, mevcut kırılganlıkları kontrol altına almak ve zaman kazanmak adına bölgesel arabulucular üzerinden bir dizi sembolik adım atabilir. Türkiye, Katar veya Umman gibi aktörler devreye girerek düşük profilli müzakereler gerçekleştirebilir; İran ise sınırlı şeffaflık adımları atarak karşılık verebilir. Bu tür bir geçici “gerilimi dondurma” süreci, hem iç krizleri yavaşlatır hem de dış tepkileri sınırlar. Ancak bu tarz adımlar, İran içindeki şahin kesimleri memnun etmeyebilir ve İsrail başta olmak üzere bölge aktörleri tarafından yetersiz bulunabilir. Kısacası, bu bir çözümden ziyade, sadece zaman kazanma taktiğidir.

Türkiye’nin rolü: Stratejik arabuluculuktan bölgesel denge unsuruna

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan

Bugünün bölgesel denkleminde Türkiye, önemli bir ara aktör olarak karşımıza çıkıyor. Bir yanda NATO üyesi olması, Batı ittifakıyla sürdürdüğü kurumsal işbirliği ve Trump yönetimi ile gelişen ilişkiler, Ankara’yı İran’ın kuşkuyla baktığı güvenlik sisteminin içinden biri kılıyor. Diğer yanda ise, hem Tahran’la uzun soluklu diplomatik angajmana sahip olması hem de Batı politikalarına yönelttiği eleştiriler, Türkiye’ye İran nezdinde "muhatap alınabilir" bir profil kazandırıyor. Özellikle Filistin meselesindeki tutumu ve İsrail'e yönelik eleştirileri, İran’ın bölgede önem verdiği sembolik hatlara dokunan bir yaklaşım olarak ortaya çıkıyor.

Bununla birlikte Türkiye, Körfez ülkeleriyle son yıllarda geliştirdiği ekonomik ve siyasi yakınlaşma sayesinde sadece doğu-batı hattında değil, Arap-İran gerilim hattında da denge kurabilecek sayılı aktörlerden biri haline geldi. Riyad ve Abu Dabi ile kurulan stratejik iş birlikleri, Türkiye’nin aynı anda birden çok eksende güven telkin edebilmesini sağlıyor. Bu çok katmanlı angajman yapısı, onu klasik arabulucu tanımının ötesine taşıyarak dengeleyici bir jeopolitik manivelaya dönüştürüyor.

Bu tür bir konumlanma Türkiye’nin çıkarlarıyla da örtüşmekte. İran ile yaşanacak her yeni gerilim, Suriye sınır hattında güvenlik risklerini derinleştirebilir, yeni göç dalgalarını tetikleyebilir ve enerji rotalarında belirsizliğe neden olabilir. İran’ın eylemleri aynı zamanda Irak’ın kuzeyinden Körfez’e kadar olan kuşakta istikrarı sarsabileceği için, Ankara'nın güvenlik ve ulaştırma koridorları dahil ticaret vizyonu da olumsuz etkilenebilir.

Bu bağlamda Türkiye'nin diplomatik bir jestin ötesine geçen ulusal çıkar odaklı bir kriz yönetim refleksini göstermesi yararlı olabilir. Ve eğer bölge “gri belirsizlik” üzerinden yönetilmek yerine yeniden yapılandırılacaksa, Türkiye bu yeniden yapılanmanın mimarlarından biri olmaya adaydır.

Belirsizliği aşan stratejik netlik ihtiyacı  

Bugün itibariyle İran’daki belirsizlik planlı bir stratejiden ziyade, bir refleks görüntüsü veriyor.  Sessizlik bir taktik değil, hasar tespiti ve kontrolü sürecinde zorunlu bir koruma zırhı olabilir. Ve bu durumun kendisi, bizzatihi bölge için en büyük belirsizlik niteliğindedir.

Arap dünyası ve bölgesel aktörlerin sadece gelişmelerin tahliliyle yetinemeyecekleri bir döneme girildi. İran’ın belirsizliğini sınırlandıracak, Tahran ile yapıcı angajmanı sürdürebilir kılacak, bölgede yeni bir düzen kuracak kolektif bir irade geliştirilmelidir. Bu iradenin ortaya konması, ancak bölgenin yeniden özne haline gelmesiyle mümkün olabilecektir. Bu da etkin ve verimli bir Türk-Arap koordinasyon mekanizmasıyla sağlanabilir.  

İran’da oluşan yeni gri alanın bütünüyle ortadan kalkması gerçekçi bir beklenti olmayacaktır.  Ancak onu yönetebilir, etkisini sınırlayabilir ve bölgesel denklemin merkezinden uzaklaştırabiliriz. Bugün en stratejik adımı, ihtiyatlılık değil, açıklık ve ortak vizyon oluşturacaktır. 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.