Statükonun Korunmasında ve Onarılmasında "Riyalpolitik" Faktörü


8 Aralık 2024’te Beşşar Esed’in Şam’ı terk etmesiyle sonuçlanan Suriye devrimi, hem iç hem de dış politikada Türkiye’nin önemli bir askeri zaferi olarak kutlandı. Bu zaferin ardından, Suriye’nin geleceğini şekillendirecek en güçlü aktörün Türkiye olacağı, geçmişte İran’ın elinde olan, Şam üzerindeki nüfuzun Ankara’nın eline geçtiği yönünde yorumlar yapıldı. Devrimin hemen ardından, MİT Başkanı İbrahim Kalın ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Şam’a düzenlediği resmi ziyaretler, Türkiye’nin Şam’daki nüfuzunu pekiştiren adımlar olarak değerlendirildi.
Ancak tüm bu gelişmelerin yanı sıra, Suriye Dışişleri Bakanı'nın Şam’daki ilk resmi ziyaretini, devrimin en büyük destekçilerinden biri olan Ankara yerine, geçmişte Esed rejimine destek veren Riyad’a gerçekleştirmesi; Suriye’nin geleceğine dair müzakerelerin Riyad merkezli yürütülmesi ve devrimi gerçekleştiren yapının lideri Ahmed eş-Şara’nın ilk resmi yurt dışı ziyaretini Riyad’a yapması, Türkiye’nin Suriye’nin geleceğindeki rolüne dair soru işaretlerini artırdı. Bu durum sadece Türkiye’nin rolünün değil bölgesel meselelerde askeri/endüstriyel kapasitenin dış politikada başarıyı garanti edeceğine dair yaygın kanaatin de sorgulanmasına yol açtı.

Bu yazının temel argümanı, Orta Doğu’da bölgesel statükonun korunmasında ve bozulduğunda onarılmasında en önemli faktörün askeri/endüstriyel kapasite değil, “riyalpolitik” olduğudur. Arap Baharı sürecinde Ürdün ve Suudi Arabistan monarşilerinin sokak hareketlerinden etkilenmemesi, Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesiyle bozulan statükonun yeniden onarılmasında askeri/endüstriyel kapasiteden ziyade “riyalpolitik” etkili olmuştu. Bu yazıda geçmişte olduğu gibi, bugün Suriye’de Esed’in devrilmesiyle bozulan statükonun onarılmasında da “riyalpolitik”in belirleyici bir faktör olacağı gösterilecektir. Özellikle ABD’de ikinci Trump döneminin başlaması da bu argümanı güçlendirmektedir. Trump’ın ilk döneminde Riyad’a yaptığı ziyaret ve bu ziyaret sırasında 110 milyar dolarlık anlaşma imzalaması, onun dış politikasındaki ekonomik odaklı yaklaşımın somut bir örneğiydi. İkinci döneminde Riyad’a yeniden gitmeyi planladığını ve bu kez bir trilyon dolar gibi devasa bir miktarla geri dönmeyi hedeflediğini açıklaması, Orta Doğu siyasetinde “riyalpolitik”in yeniden güç kazanacağının sinyallerini veriyor.
Bölgesel meselelerde etkili bir araç: “Riyalpolitik”
Orta Doğu güvenlik mimarisine ve bölgesel güç denklemine dair yapılan analizlerde yapılan en önemli hatalardan birisi askeri/endüstriyel kapasitenin abartılarak her bölgesel krizin askeri/endüstriyel kapasiteye bağlı olarak çözülebileceğini varsaymaktır. Bu faraziye bölgesel meselelerde demografik, teknolojik ve askeri kabiliyetlere sahip aktörleri başat aktör olarak tanımlayarak bölgesel meselelerin bu aktörlerin çıkarları doğrultusunda çözüleceğini varsayar. Bu varsayıma göre bölgenin ağırlık merkezi de askeri/endüstriyel kapasiteye sahip aktörlerdi. Bu varsayım aynı zamanda dış politikada hedeflenen amaçların elde edilmesinde parasal faktörlerin etkisini küçümser. Bu analize göre başta Suudi Arabistan olmak üzere askeri endüstriyel kapasiteden yoksun olan Körfez ülkeleri bölgesel krizlerin çözümünde kritik rol oynayamazken Türkiye ve İran gibi güçlü askeri/endüstriyel kapasiteye sahip aktörler bölgesel sorunların çözümünde önemli avantajlara sahiptir.
“Riyalpolitik”, başta Suudi Arabistan olmak üzere petrol ihraç eden Körfez ülkelerinin dış politika hedeflerine ulaşmak için petrol gelirlerinden elde ettikleri devasa finansal kaynakları (petro-dolarları) etkin bir şekilde kullanmalarını tanımlamak için kullanılan bir kavramdır. Bu ülkeler, bir yandan düşmanlarını etkisiz hale getirmek için onları “satın alırken”, diğer yandan dostlarına ekonomik destek sağlayarak bölgesel nüfuzlarını artırmayı hedeflemişlerdir. Başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri dış politikada petro-dolarları etkili bir şekilde kullanarak hem Batı ülkeleri hem de bölgesel aktörler üzerinde anlamlı bir nüfuz elde etmeyi başarmıştır. Ancak son dönemde Yemen iç savaşı, Katar krizi ve ABD-Suudi ilişkilerindeki gerginlikler gibi bazı olaylarda “riyalpolitik” beklenen sonuçları üretememiş, bu durum bu stratejiye olan güvenin sarsılmasına yol açmıştır. Bölgede son yirmi yılda yaşanan gelişmeler dikkatli bir biçimde analiz edildiğinde, bazı spesifik olaylar dışında, bölgesel statükonun tanımlanmasında “riyalpolitik”in temel belirleyici faktör olduğu görülecektir.
Bölgesel güç dengesi ve güvenlik mimarisi
2003 yılında Irak’ın işgali, Orta Doğu güvenlik mimarisinde köklü değişimlerin başlangıcı oldu. Türkiye, İran ve Suudi Arabistan arasındaki dengede merkezi bir rol oynayan Sünni Arap gücü Irak, işgal sonrası zayıflayarak bölgesel güç denkleminden çekildi. Bu durum, Türkiye ve İran’ın Arap meselelerine müdahale etmesinin önünü açtı. 2010’da başlayan Arap Baharı süreciyle birlikte, bu iki ülkenin bölge genelinde artan nüfuzu, Suudi Arabistan’ın savunuculuğunu yaptığı bölgesel statükoya yönelik en büyük tehdit haline geldi.

Arap Baharı sürecinde İran, Şii Hilali’ni genişletmek ve bölgedeki nüfuzunu güçlendirmek amacıyla hareket etti. Bu doğrultuda, mezhep temelli bir stratejiyle bölgesel etkisini artırmayı hedefleyen politikalar benimsedi. Türkiye ise bu dönemde, bölgede demokratik dönüşüme öncülük etme vizyonuyla hareket etti. Katar ve Müslüman Kardeşler ile yakın iş birliği içinde, otoriter rejimlerin değişmesini ve halkın taleplerinin yönetime yansıdığı demokratik bir siyasi sistemin inşasını destekledi. Her iki aktörün politikası da ABD ve bölgedeki en önemli müttefikleri tarafından tanımlanan bölgesel statükonun nihai olarak değişimini hedefliyordu.
Öte yandan, başta Suudi Arabistan ve BAE gibi Körfez ülkeleri, bölgesel statükonun korunmasına odaklandı. Mevcut düzenin devamını sağlamak için harekete geçen bu ülkeler, otoriter rejimlere desteğini sürdürdü ve statükoyu tehdit eden gelişmeler karşısında müdahaleci bir politika izledi. Özellikle Mısır’da Mursi yönetiminin iş başına gelmesi, Yemen iç savaşı ve Tunus’ta Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesi gibi, statükonun bozulduğu durumlarda, statükonun yeniden onarılması için aktif çaba sarf ettiler.
Başlangıçta Türkiye ve İran’ın bölgede baskın aktörler olacağına dair güçlü bir beklenti oluştu. Tunus, Yemen ve Mısır gibi ülkelerde statükocu rejimlerin yıkılması, Yemen, Libya ve Suriye’de iç savaşların patlak vermesi, bölgesel statükonun yeniden inşasında askeri/endüstriyel kapasitenin yeterli olacağı yanılsamasını pekiştirdi. Ancak Ürdün ve Umman gibi monarşilerin sokak hareketlerinden etkilenmemesi, 2013’teki askeri darbe ile Mısır’da Arap Baharı öncesi statükoya geri dönülmesi, Tunus’ta Müslüman Kardeşler yanlılarının yönetimden dışlanması askeri kapasiteye dayalı analizlerin yetersiz olduğunu ortaya koymaktadır.
Son olarak, Suriye Dışişleri Bakanı'nın ilk resmi ziyaretini Riyad’a gerçekleştirmesi ve ardından Dubai, Doha gibi başkentlere ziyaretlerin planlandığını açıklaması, Suriye Hükümeti Geçici Başkanı Ahmed eş-Şara’nın ilk resmi yurtdışı ziyaretini Riyad’a gerçekleştirmesi bölgedeki askeri/endüstriyel kapasiteye dayalı analizlerin yeniden değerlendirilmesine yol açtı. Çünkü bölgenin en güçlü askeri/endüstriyel kapasitesine sahip ülkelerinden biri olan İran’ın desteklediği Esed rejimi, muhalefetin askeri baskısıyla kısa sürede çöktü. Aynı şekilde, Şam’dan yapılan ilk resmi ziyaretlerin Ankara yerine Riyad’a yönelmesi, bölgenin en güçlü askeri/endüstriyel kapasitelerinden birine sahip olan Türkiye’nin, Suriye’deki siyasi sistemin yeniden inşasında Körfez ülkeleri kadar etkili olmayabileceğini ortaya koydu.
Askeri/endüstriyel kapasite mi riyalpolitik mi?
2000 sonrası dönemde Orta Doğu’da yaşanan gelişmeler bölgesel krizlerin çözümünde ve bölge siyasetinin şekillenmesinde yeni dinamikleri hesaba katlamamız gerektiğini gösteren sonuçlar üretti. Çünkü son yirmi yılda bölgesel statükoya meydan okuyan çok sayıda gelişmeye şahit olduk ancak Körfez ülkelerinin desteklediği bölgesel statüko ayakta kalmayı başardı. Yaşanan bu gelişmelerin bize öğrettiği en önemli ders askeri/endüstriyel kapasitenin dış politikada her zaman başarıyı garanti etmediğidir. Peki, güçlü askeri/endüstriyel kapasiteye sahip aktörlerin meydan okuduğu bölgesel statükonun ayakta kalmasında riyalpolitik nasıl başarılı oldu?

İlk olarak, Orta Doğu’daki statüko karşıtı sokak hareketleri, çoğunlukla ekonomik sıkıntılarla boğuşan Tunus, Mısır, Yemen ve Suriye gibi fakir ülkelerde ortaya çıktı. Bu ayaklanmalar, gelir eşitsizliği, işsizlik ve kamu hizmetlerindeki yetersizlik gibi sorunların tetiklediği bir memnuniyetsizliğin sonucu olarak statükoya meydan okudu. Halkın öfkesi, esasen mevcut ekonomik sisteme karşı bir itiraz niteliğindeydi. Buna karşılık, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar gibi zengin petrol gelirlerine sahip Körfez ülkeleri, bu tür hareketlerden büyük ölçüde muaf kaldı. Halkına yüksek yaşam standartları sunan ve refah politikaları uygulayan bu ülkeler, ekonomik memnuniyeti koruyarak sosyal huzursuzlukları önlemeyi başardı. Sonuç olarak, ekonomik refah, Orta Doğu’daki halk hareketlerinin seyrini belirleyen en önemli etkenlerden biri olarak öne çıktı. Fakir ülkeler ekonomik krizlerle sarsılırken, zengin Körfez ülkeleri istikrarlarını koruyarak bölgesel politikaları şekillendirmede daha güçlü bir rol üstlendi.
İkinci olarak, statükoya meydan okuyan güçler ve onların bölgesel destekçileri, söylemsel düzeyde üstünlük sağlasalar da bölge genelinde köklü bir politik dönüşümü gerçekleştirecek finansal kaynaklardan yoksundu. Sokak hareketleri ve iç savaşlar, zaten zayıf olan ekonomik altyapıyı daha da kırılgan hale getirirken, ekonomik aktiviteler neredeyse tamamen durma noktasına geldi. Bu süreç, gelir kaynaklarını kuruttu ve ülkelerin ekonomik temellerine ağır bir darbe vurdu. Yıkılan ekonomik altyapının yeniden inşası için gereken büyük çaplı fonlar yalnızca Körfez ülkelerinde mevcuttu. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar gibi zengin petrol gelirlerine sahip aktörler, bölgesel güç dengelerinde kritik bir finansal üstünlük sağladı. Bu durum, statükoya meydan okuyan güçlerin dayanıklılığını zayıflattı ve bölgesel çapta yenilgilerine zemin hazırladı. Körfez ülkelerinin sunduğu mali kaynaklar, sadece yıkım sonrası yeniden inşa için değil, aynı zamanda bölgesel politikaların şekillendirilmesinde de belirleyici oldu. Sonuç olarak, ekonomik güç dengesindeki bu asimetri, statüko karşıtı hareketlerin başarısızlığında ve bölgedeki siyasi dönüşümlerin sınırlı kalmasında önemli bir rol oynadı. Ekonomik kaynakların kontrolü, Orta Doğu'daki güç mücadelesinde stratejik bir araç olarak öne çıktı.
Son olarak, Körfez ülkeleri, sahip oldukları petro-dolarlarla Batı ile güçlü ve kapsamlı bir iş birliği modeli geliştirmeyi başardı. Bu ekonomik ve diplomatik yakınlık, Körfez ülkelerine sadece kendi ekonomik kalkınmalarını destekleme imkânı sunmadı, aynı zamanda bölgesel düzlemde statükoyu koruma yönünde stratejik bir avantaj sağladı. Körfez'in Batı ile kurduğu bu sıkı ilişkiler, statüko karşıtı güçlerin uluslararası meşruiyet arayışlarına ciddi bir engel oluşturdu. Statüko karşıtı güçler, söylemsel düzeyde Batı yanlısı demokratik değerler ve normlar savunuyor olsalar da Körfez ülkelerinin Batı ile kurduğu ekonomik ve siyasi bağlar bu grupların uluslararası alanda kabul görmelerini zorlaştırdı. Körfez ülkeleri, Batı'nın stratejik çıkarlarını kendi bölgelerinde temsil ederek, uluslararası toplum nezdinde güçlü bir pozisyon kazandılar. Bu durum, statüko karşıtı güçlerin, özellikle de Batı’dan bekledikleri desteği elde edememelerine ve dolayısıyla uluslararası sistemin bir parçası olma çabalarının boşa çıkmasına yol açtı.
Körfez ülkelerinin Batı ile geliştirdiği yakın ilişkiler, sadece bölgedeki ekonomik dengeyi değil, aynı zamanda siyasi ve diplomatik dinamikleri de şekillendirdi. Bu iş birliği modeli, statükonun korunmasında ve bölgesel güç dengelerinin Körfez lehine değişmesinde kritik bir rol oynadı. Statüko karşıtı hareketler, uluslararası meşruiyet ve destek arayışında Körfez ülkelerinin bu stratejik üstünlüğü karşısında geri planda kaldılar.
Sonuç olarak, “riyalpolitik”, yalnızca petrol gelirlerine dayalı bir strateji değil, aynı zamanda bölgesel meselelerde etkin bir güç dengesini sağlamanın anahtarıdır. Orta Doğu’daki güç mücadelesinde, finansal kaynakların etkisi askeri kapasitelerin önüne geçebilmekte ve bu durum, bölgenin geleceğini şekillendiren kritik bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Gelecekte bölge siyasetinin şekillenmesine dair yapılacak projeksiyonlarda riyalpolitiği hesaba katmak artık bir zorunluluktur. Örneğin, İsrail’in yılıcı saldırıları sonrası Gazze ve Lübnan’ın geleceğinin belirlenmesinde riyalpolitik en önemli faktörlerden biri olarak hesaba katılmalıdır. Özellikle ABD’de başlayan ikinci Trump dönemi ve ABD dış politikasının şekillenmesinde etkili olan Trump’ın “sığ pragmatizmi”, bölgesel meselelerde riyalpolitiğin belirleyici bir faktör olma rolünü daha da güçlendirecektir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.