Silahlı İslamcı Hareketler Liderlerinin Ölümüyle Sona Erer Mi?

Araştırmacı Dr. Hamza Mustafa, Hizbullah özelinde silahlı İslamcı hareketlerin lider boşluğunda nasıl bir pozisyon aldığını ve Nasrallah’ın hareket içindeki rolünü Fokus+ için kaleme aldı.
Hamza Mustafa
Silahlı İslamcı Hareketler Liderlerinin Ölümüyle Sona Erer Mi?
25 Ekim 2024

İsrail işgal ordusunun Lübnan’da Hizbullah’a karşı kullandığı askeri taktikler, Gazze’de Hamas’ı zayıflatmak için kullandıklarından oldukça farklı. İşgal ordusu, kara harekatında kayıplarını en aza indirmek için Hamas’ın orta ve düşük rütbeli liderlerini kasten hedef alarak etkisiz hale getirmeye çalıştı. Bununla birlikte, Hamas liderlerine “teslim olma ya da Siyasi Büro Başkanı Yahya Sinvar’da olduğu gibi suikasta uğrama” konusunda seçim yapmaları için baskı yaptı.

İsrail işgal ordusu, Lübnan’da ise farklı bir yaklaşım izledi. Kara operasyonları başlamadan önce aralarında Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın da bulunduğu üst düzey liderlere suikast düzenledi. 

Nasrallah suikastı birçok kesim için sürpriz oldu.  Aynı zamanda İsrail ve ABD’nin yeni bir söyleminin ortaya çıkmasına kapı açtı. Söz konusu bu söylemde, savaşı sona erdirmek için önerilen herhangi bir çözümde İsrail’in Lübnan’dan çekilmesine ilişkin Birleşmiş Milletler’in (BM) 1701 sayılı kararının uygulanması ve Lübnan-Gazze cephesinin ayrılmasını gerektirmeyen, bilakis Hizbullah’ın “ortadan kaldırılması” ya da en azından askeri yapısının yok edilmesi gerektiği vurgulandı.

Sahadaki gerçekler, Hizbullah’ın savaş dengesini kısmen yeniden sağlandığını gösterse de Hizbullah’ın Hamas’a kıyasla genel sekreterini ve yeni liderini açıklamakta gecikmesi, mevcut liderlik krizi ışığında geleceği hakkında soru işaretleri yarattı.

İdeolojik silahlı hareketlerde karizmatik liderlik kavramı  

Bağımsız bir bilgi alanı olarak başlangıcından bu yana siyaset bilimi, analizin önemli düzeylerinden biri olarak liderlerin bireysel özellikleriyle ve diğer iki düzeyle (siyasi sistemin yapısı ve uluslararası sistemin doğası) ilgilendi.

“Karizmatik liderlik” terimi ise, 1960’ların sonlarında akademik incelemeye tabi tutuldu. Bu bağlamda, Max Weber’in karizma konusundaki fikirlerinden esinlenen Robert C. Tukcker’in 1968 yılında yayınladığı “Karizmatik Liderlik Teorisi” konusundaki temel bir çalışmayı örnek gösterebiliriz. Ancak bu teorinin uygulanması, Mahatma Gandhi, Nelson Mandela, Yaser Arafat gibi uluslararası ilgi gören tarihsel kurtuluş hareketleri liderleri için bazı istisnalar dışında, hareketlere, örgütlere veya “devlet dışı aktörler” olarak adlandırılan şeylere değil, esas olarak devlet başkanlarına ve liderlerine odaklandı.

1990’ların başına kadar, silahlı grupların liderleri incelenmeye değer olmayan “radikaller” olarak görülüyordu. Ünlü Alman sosyolog Ruud Koopmans’a göre radikallerin kim olduğunu, siyasi olaylara verdikleri tepkiye göre devlet belirliyordu. Sonuç olarak bu teori, silahlı hareketlerin devlet dışında ortaya çıkışını incelemek için büyük ölçüde kültürel boyut, ideoloji ve ekonomik yoksunluk, eğitim veya siyasi ötekileştirme gibi diğer faktörlerle meşgul olan güvenlik çalışmaları alanında eksik kaldı. Başka bir deyişle, bu hareketler “rasyonel aktörler” tarafından yönetilen ve çerçevesi çizilen bir “siyasi eylem” olarak değil, irrasyonel bir “tepki” çerçevesinde incelendi.

11 Eylül olayları, araştırmacıları ideolojik silahlı hareketleri daha derinlemesine incelemeye ve o dönemde sahneye çıkan “Çözülme” veya “Ilımlaşma” gibi yeni terimler ve teorik yaklaşımlar kullanarak, bu hareketleri feshetme veya savaşçıları bu hareketlerden çekmeye yöneltti.

Bununla birlikte araştırmacılar literatüründe, “itme ve çekme faktörleri” olarak adlandırılan faktörlere odaklanarak, organize çetelerle mücadele eden güvenlik yönteminden yararlanmaya devam etti.

“İtme ve çekme faktörleri”, savaşan unsurların kar ve zarar hesaplarına odaklanan, onları kalmaya veya ayrılmaya zorlayan kritik bir noktaya “bir dönüm noktasına” ulaşana kadar devam etmesine, rehabilite edilmesine ve yeni bir kimlikle topluma yeniden entegre olmasına izin verir. Bu yaklaşımlar, Omar Ashour'un 2009 yılında yayınladığı “Cihatçıların Radikalleşmeden Kurtulması: Silahlı İslamcı Hareketleri Dönüştürmek” adlı kitabı yayınlanana kadar basit bir şekilde yaygınlığını korudu. Kanaatimizce bu kitap, devrimler, çatışmalar ve iç savaşlar bağlamında silahlı İslamcı hareketlerin dönüşümünü incelemek için vazgeçilmez bir referanstır.

Ashour, devrimler, çatışmalar ve iç savaşlar bağlamında, Cezayir ve Mısır’daki 7 silahlı hareketin karşılaştırmalı bir incelemesi aracılığıyla, silahlı grupların davranışsal, örgütsel ve ideolojik dönüşümlerini belirleyen temel unsur olarak “tarihsel ve karizmatik liderliğin” etkin rolünü vurguladı. Kitaba göre Ashour,  kapalı ideolojik hareketlerdeki karizmatik liderliğin, klasik literatürün iddia ettiği gibi sadece kişilik ve güç ile ilgili olmadığını, aynı zamanda özel koşullar içerdiğini ifade etti.

Ashour’a göre söz konusu özel koşulları şu şekilde üçe ayırmak mümkün;

1- Dini bilgi ile ilişkili liderlik ve bu otoritenin savaşçı unsurları ve destekçiler tarafından tanınması (Teolojik yeterliliklere sahip liderlik.)

2- Mücadele, savaş veya fedakarlık geçmişiyle güvenilir olması.

3- Hizipsel bölünmelerin üstesinden gelebilmesi.

Nasrallah bu özelliklere sahip miydi? Yerine geçecek lider onu nasıl taklit edebilir?

Hasan Nasrallah

Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı Naim Kasım, Nasrallah’ın öldürülmesinden sonra yaptığı ilk konuşmaya yankı uyandıran bir cümleyle başladı. Kasım konuşmasında, “Eski Genel Sekreterimizin vefatından sonraki durumumuzu anlatmaya kelimeler yetmez” ifadelerini kullandı. Bu ifadelerle yapılan vurgu sadece örgütsel boyutla ilgili değil, aynı zamanda yaşanan kaybın ağırlığı ve onun yerini doldurmanın zorluğuyla da ilgiliydi.

Hasan Nasrallah ya da destekçilerinin tabiriyle “el-Seyyid”, 2011’den önce tartışmalı bir isim değildi.

Parti kaynakları ve Hizbullah’ın web sitelerinde yayınlanan kısa biyografisinde sadece dini eğitimi ve bir dizi önemli başarısından bahsediliyordu.

İsrail’in 2000 yılında Lübnan’ın güneyinden çekilmesi, 2004 yılında yapılan esir takası anlaşması, Nasrallah için destekçileri arasında sembolik bir dönüm noktası olan 2006 savaşı gibi olaylar Nasrallah’ın başarısı olarak anlatıldı.

Nasrallah, Arap halkı nezdindeki statüsü ve söylemsel olarak gerçekliğine bakılmaksızın “el-Sadık el-Emin” ve “el-Vaadu’s-Sadık” gibi terimlerle anıldı.

"Sahadaki gerçekler, Hizbullah’ın kısmen savaş dengesini yeniden sağlandığını gösterse de Hizbullah’ın Hamas’a kıyasla genel sekreterini ve yeni liderini açıklamakta gecikmesi, mevcut liderlik krizi ışığında geleceği hakkında soru işaretleri yarattı."

Bu tabloyu değiştiren, Hizbullah’ın Suriye’deki iç savaşa müdahalesi, Hizbullah ve Nasrallah’ın 20 yıldır koruduğu itibarı yerle bir etti ve ortaya tamamen farklı bir imaj çıktı. Ancak Hizbullah buna karşı harekete geçerek, Genel Sekreter Nasrallah’ın hayatına ışık tutmak için televizyon röportajları ve belgeseller aracılığıyla yeni yöntemler ve araçlar kullandı.

Babası, oğlu Cevad, kızı Zeynep ve akrabaları gibi aile üyelerinin gözünden, Nasrallah’ın ev içindeki yaşamından gizli ayrıntılar kamuoyu ile paylaşıldı.

Ayrıca Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin yanı sıra Hizbullah’ın üst düzey kurucu üyelerinden biri olan İmad Muğniye gibi çoğu İsrail tarafından öldürülen yol arkadaşları olan ilişkileri ve siyasi faaliyetlerine ilişkin bilinmeyen ayrıntılar da açıklandı.

Belgeseller ve tanıklara göre özellikle Hizbullah’ın lider kadrosunun bir parçası olarak görülen, Nasrallah’ın arkasında namaz kılmaktan ve talimatlarına uymaktan çekinmeyen bir lider olduğu iddia edilen Süleymani ile yakın ilişkisine de dikkat çekildi.

Nasrallah, hayatı boyunca partisinin tartışmasız en karizmatik lideriydi, kamuoyu önünde muhalefetten veya ağır bir karşıt görüşlerden korkmadan yürüdü.

Karizmatik liderliğe ilişkin örnek verdiğimiz üç özel durum ışığında bu nasıl anlaşılabilir?

Merci-i taklid: Lübnan’daki Emel Hareketi, “Lübnanlı Şiilerin” mağduriyetlerini ve göz ardı edilen haklarını savunmasına rağmen, mezhepçi bir dini hareket olarak ortaya çıkmadı.

Lübnan’ı bugünkü haliyle oluşturan Ulusal Pakt’tan bu yana, ülkedeki Şiilerin haklarını savundu. Ancak Seyyid Musa el-Sadr’ın siyah sarığıyla sahip olduğu dini statü, partinin tarihsel liderliğinin güçlenmesinde bir etken oldu. Bu doğrultuda Şii dini eğitimi, örgütün aktif kadrolarının kilit bir bileşeni haline geldi.

Sadr tarafından teşvik edilen Nasrallah, 1976’da küçük yaşta Necef’e giderek, Seyyid Muhammed Bakır es-Sadr’ın öğrencisi oldu. İki yıl sonra 1978’de ise, eski Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in iktidara gelmesiyle dönmek zorunda kaldığı Lübnan’da Emel Hareketi lideri Abbas el-Musavi’nin okulunda eğitim gördü.

Nasrallah, Emel Hareketi’nde çeşitli siyasi görevlerde bulunmasına rağmen, Sadr’ın 1978’de Libya’da kaybolmasının sonra yıldızı parlayan Musavi’nin doğrudan gözetimi altında, Lübnan’daki İmam Muntazar Havzası’nda dini eğitimini tamamlamaya devam etti.

Musavi ve bir grup yol arkadaşı, “Velayet-i Fakih”i ve özellikle Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) Beyrut’tan ayrılmasından sonra 1982’de gerçekleşen İsrail işgaline karşı koymak için ‘silahlı mücadeleyi’ benimseyen yeni bir örgüt kurmak amacıyla Emel Hareketi’nden ayrıldı ve Hizbullah’ın kurulmasına yardımcı oldu.

Nasrallah, 1985 yılında Hizbullah adını alan bu yeni örgütte çeşitli siyasi görevlerde bulundu. Ancak bu görevler, onun Kum’a giderek, dini eğitimini tamamlamasına engel olmadı. Burada dini otoritelerin güven ve takdirini kazanan Nasrallah’ın adı, Musavi’nin yokluğunda potansiyel halefi olarak anılmaya başladı.

Nitekim Nasrallah, özellikle başkent Beyrut’tan sorumlu olarak atandıktan sonra, çeşitli siyasi ve sosyal etkinliklerde Musavi’yi  açıkça temsil etti. Bu dini ve siyasi prestijin bir sonucunda, 1992’de Musavi’nin İsrail ajanları tarafından öldürülmesinin ardından, Nasrallah genç yaşına rağmen (32) Hizbullah’ın Şura Meclisi’ne seçildi.  

Silah arkadaşı, fedakarlık ve aile

Nasrallah, siyasi pozisyonları ve dini eğitime olan ilgisi nedeniyle ilk başlarda operasyonel askeri faaliyetleriyle tanınmıyordu. Oğlu Cevad’ın birkaç yıl önce Al Mayadeen TV tarafından yayınlanan "Koruyucunun Kalbi” belgeselinde söylediği gibi bu, görevinin ilk başlarında onu rahatsız eden bir noktaydı. Bunun nedeni, silahlı hareketleri yöneten siper/saray ikileminden ve özellikle nesiller sonra milislerin siyasi liderlerine yönelik olumsuz bakış açılarından kaynaklanıyor olabilir. Bu çerçevede Nasrallah, bazı eski görüntülerde de görüldüğü gibi, milislerle olan yakınlığını vurgulamak ve faaliyetlerini onların çalışmalarının bir sonucu olarak sunmak için mevzileri ve cepheleri ziyaret etmeye, milislerle birlikte uyumaya, onlar için yemek pişirmeye ve futbol oynamaya istekliydi.

En büyük oğlu Hadi’nin, 1997’de Lübnan’ın güneyinde İsrail kuvvetleriyle girdiği çatışmada öldürülmesi, Nasrallah’ın milisler ve aileleri arasındaki popülaritesini daha da güçlendirdi. Bu konu, özellikle Genel Sekreter olarak görev yaptığı ilk yıllarda, vefat eden parti üyelerini için taziye amacıyla çeşitli kentlere yaptığı ziyaretlerde, kişisel düzeyde en önemli utanç verici noktalardan biriydi.

Bu konunun anneler için önemi ve merkeziliği, dikkatleri parti içindeki “kadın boyutuna” çekti. Nasrallah’ın büyük önem verdiği bu boyut, rolü doktrinsel eğitimin ötesinde diğer toplumsal ve politik alanlara uzanan “kadın organlarının” kurulmasıyla sadece örgütsel düzeyde kalmadı. Aynı zamanda söylem düzeyine de yayıldı.

Sözlerinin içerdiği siyasi mesajlara ve bunların partinin merkezi rol oynadığı çeşitli krizlere olan yansımalarına odaklanan medyanın aksine, Nasrallah konuşmalarının tamamı veya bir kısmını Hizbullah üyesi kadınlara ayırdı.

Birkaç fotoğrafında görüldüğü üzere, Nasrallah söz konusu konuşmalarında basit duygusal bir dil ve yüreklerini yakan “cömert” gözyaşlarını kullanarak, evlilik sorunları, çocuk yetiştirme ve parti çalışmalarını sıradan hayatla birleştirme gibi doğrudan kadınlara dokunan çeşitli konulara değindi. Bu mevcudiyet, Şii sınır köyleri, türbelerin korunması ve “Seyyide Zeynep'in tekrar esir alınması” gibi siyasi ve mezhepsel gerekçeler ortaya çıkmadan önce, milislerin annelerini oğullarını “feda ederek” Suriye’ye gönderme konusunda ikna etmede etkili oldu.

Partizan bölünmelerin üstesinden gelmek: Nasrallah’ın örgütsel konumunu açıklamak için bazı sayısal veriler yeterli olacaktır.

64 yaşında ölen Nasrallah, 2024’te 42. yılına giren Hizbullah partisinin lideri olarak 32 yıl görev aldı.

Taşıdığı sembolizmi, partinin iç ve dış performansını ve siyasi ritmini kontrol etme konusundaki siyasi yeteneği ve birikmiş deneyimi, onu yalnızca taban düzeyinde değil, aynı zamanda üst düzey liderlik düzeyinde de bir fikir birliğinin odağı haline getirdi. Bu durum parti liderlerini, genel sekreteri seçmek için iki yılda bir yapılması gereken seçimleri dondurmaya sevk etti.

Hizbullah mı savaş yapar, yoksa savaş mı Hizbullah’ı yaratır?

Lübnanlı araştırmacı Adham Saouli, Edinburgh Üniversitesi tarafından 2019’da yayınlanan “Hizbullah: Sosyalleşme ve Trajik İronileri” isimli kitabında, Batı literatüründe söylendiği gibi Hizbullah’ın savaş çıkarıp çıkarmadığı ya da çoğu Arap araştırmacının iddia ettiği gibi bölgemizde dış aktörler tarafından yönetilen ya da desteklenen savaşlar çıkarıp çıkarmadığı konusunda son noktayı koydu.

Saouli kitabında her ikisine de yanıt vererek, “Hizbullah savaş yapar, savaş Hizbullah’ı yaratır” ifadelerini kullandı.

Yazara göre Hizbullah, özellikle karar alma düzeyinde, kendisini sadece yüksek düzeyde kurumsallaşmış bir örgüt değil, bir “yarı-devlet” haline getiren deneyimler biriktirdi.

Peki şimdiki koşullar geçmişin deneyimlerine benziyor mu? Saouli’nin kitabına göre liderlikteki zafiyetin onarılma meselesi, ana sloganı Hizbullah’ı zayıflatmak ya da değiştirmek değil, yok etmek ve ortadan kaldırmak olan eşi benzeri görülmemiş bir savaş koşullarında yaşanıyor. Bu bağlamda, araştırmacı Omar Ashour’un yakın tarihli bir makalesinde yayınladığı istatistiki veriler, Lübnan’a yönelik mevcut savaşın vahşetini ortaya koyuyor.

İsrail bir gün içinde Lübnan’a 500’den fazla hava saldırısı düzenledi ve yaklaşık bin sorti gerçekleştirdi. Bu rakamlar, İsrail’in 5 Haziran 1967’de Mısır ve diğer dört Arap ülkesine karşı hava üstünlüğü elde etmesini sağlayan saldırı sırasında gerçekleşenlerden çok daha az değil.

Hizbullah’ın yetenekleri ve önceki deneyimlerinin, grubun İsraillilerin umduğu kadar çabuk çökmesine izin vermediği ve uzun sürebilecek bir manevra ve kara savaşı marjına sahip olduğu doğrudur. Ancak liderlik sorunu, özellikle de Nasrallah’ın “halefi” olması için 20 yıldır hazırlanan Haşim Safiyuddin hakkındaki spekülasyon ve söylentilerle birlikte, uzun vadede partinin kaderini belirleyecek en önemli sorundur.

“Hizbullah, İsraillilerin istediği kadar çabuk çökmeyecektir ve sahip olduğu kabiliyetler onu manevra ve kara savaşı için uygun hale getirmektedir. Ancak liderlik sorunu uzun vadede partinin kaderini belirleyecek en önemli sorundur.”

Liderlik konusuna dönecek olursak, bu konuda Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı Naim Kasım’ın konuşmasında vurguladığı iki temel noktada durabiliriz. Bunlardan ilki “1980’ler kuşağı”, ikincisi ise Nebih Berri’ye atfen kullanılan “ağabey” terimiyle ilgilidir.

Kasım konuşmasında İsraillilere hitaben şunları söyledi: “Parti liderlik kadrolarındaki tüm boşlukları doldurdu. Yeni liderler, partinin kuruluşu ve sonrasındaki tüm çatışma ve dönüm noktalarını yaşamış olan 1980 kuşağından geliyor.”

Bu önlemin, eğer doğruysa, muharebe düzeyindeki karmaşık bir örgütsel sorunu geçici olarak çözdüğüne hiç şüphe yok. Çünkü savaş sırasında, uzun süredir aynı rütbeyi paylaşan yol arkadaşlarına kendi fikirlerini empoze edebilecek genç liderler yetiştirmek zordur. Ancak İsrail onlara da ulaşmayı başarırsa, Hizbullah’ın başı daha da büyük bir belaya girecektir. Zira bu durum, partide yaşanan kriz konusunda biriken büyük bölünmelere ve örgütsel dengesizliklere kapı açabilir.

Sonuç olarak, eleştirel güvenlik çalışmaları, ideolojik silahlı hareketleri askeri olarak yenilgiye uğratmanın anlamsızlığını ileri sürüyor ve geleneksel “güvenlik yaklaşımının” geçmişte işe yaramadığı ve gelecekte de işe yaramayacağı konusuna vurgu yapıyor. Ancak aynı zamanda güvenlik çalışmaları, istatistiki verilere dayanarak, karizmatik liderlerini kaybeden ve onları yenileyemeyen ya da yerlerine yenilerini koyamayan örgütlerin orta vadede yok olma ya da etkisiz hale gelme noktasına kadar zayıfladığını da savunuyor.

Çeşitli silahlı çatışmalarla mücadele eden birçok Arap ve İslam ülkesinde yaşanan deneyimler, kurucular veya liderlerinin ölümü veya suikasta uğramasıyla ortadan kaybolan birçok örgüt örneğine işaret ediyor. 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.