Şam-SDG Anlaşması ve Anlaşmanın İsrail'in Suriye Politikasına Etkileri


Suriye’de, 8 Aralık 2024 tarihinde gerçekleşen ve 54 yıllık Esad rejimi yıkarak yeni bir dönemi başlatan devrimden bu yana önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Bunlardan en dikkat çekici olan dönüm noktası ise; devrimin başat aktörü olan Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ)’ın kendini lağvetmesi ve bu hareketin hem kurucusu hem de lideri olan Ahmed eş-Şara’nın geçici yönetimde devlet başkanlığını üstlenmesi olmuştur.
Bu iki gelişmeye dikkat çekmemizin sebebi, Şam’ın ele geçirilmesinin akabinde Esad’ın ülkeden kaçmasından hemen sonra başlayan Suriye’nin yeniden inşa edilmesi ve ayağa kaldırılması sürecinin başlangıcı olmalarıdır. Zira HTŞ söz konusu dönüşümü yaşamasaydı ve Şara da hala aranan bir terörist olarak görülseydi yeni Suriye’nin kurulmasında önemli rol almaları ve Suriye’yi yönetmeleri mümkün olmayabilirdi.
Ana amaç Suriye’nin birliğinin ve toprak bütünlüğünün sağlanması
Zaten Suriye’nin çiçeği burnunda devlet başkanı Şara’nın açıkladığı ilk hedef de 13 yıllık iç savaş sürecinde de facto olarak parçalara bölünen Suriye’nin yeniden toprak bütünlüğünün sağlanması olmuştur. Bu maksatla ülkedeki tüm etnik, dini ve mezhebi gruplara çağrıda bulunulmuş; ülkede birliğin sağlanması için bütün silahlı aktörlerin silahlarını yeni yönetime teslim etmeleri veya kurulan yeni Suriye ordusuna katılmaları istenmiştir.
Bu kapsamda ülkedeki pek çok grup bu çağrıya uyarak ya silah bırakmış ya da yeni orduda yerini almıştır. Esad döneminden kalan bazı rejim unsurları ise özellikle Lazkiye ve Tartus civarına çekilmiştir. Ancak ülkenin doğu ve kuzey-doğusunda halen alan hâkimiyetini elinde bulunduran PYD/YPG terör örgütü ise bu çağrıya kulak asmamıştır. Zira terör örgütü, hem ülkenin enerji ve su kaynaklarını kontrol etmesi hasebiyle Şam’a bağlı olmadan da hayatta kalabiliyor, hem de ABD, İsrail ve kısmen de Rusya ile İran’dan aldığı destekler sayesinde, yeni yönetime bağlanmaktansa kontrol ettiği bölgede devletleşmeye gidecek otonom bir yapı kurmayı hayal ediyordu.
Yeni Suriye’de hiçbir grubun dışlanmayacağını ve tüm etnik, dini ve mezhebi grupların eşit bir şekilde temsil edileceği kapsayıcı bir devlet kurma amacında olduklarını açıklayan Şara’nın Kürtlerin de herhangi bir ayrımcılığa uğramayacağı garantisini vermesine rağmen, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) çatısı altında varlık gösteren PYD/YPG’nin sahip olduğu konfordan vazgeçmek istememesi nedeniyle bir türlü istenen bütünleşme sağlanamıyordu.
İsrail’in hayalinde Suriye tasavvuru
İsrail, 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda Suriye’ye ait Golan Tepelerini işgal etmiş; 1981 yılında da bu bölgeleri ilhak ettiğini açıklamıştı. İsrail’in tek taraflı ilhak kararı hiçbir devlet ve uluslararası kurum tarafından tanınmamış; İsrail işgal ettiği diğer bölgelerde olduğu gibi Golan bölgesinde de işgalci olarak kabul edilmiştir. Ancak 2019’da, Trump döneminde, Beyaz Saray’dan yapılan açıklama ile Golan Tepeleri’nin İsrail toprağı olarak kabul edildiği duyurulmuştur. Uluslararası hukuka aykırı bu karar, uluslararası toplum tarafından kabul görmemesine rağmen İsrail’in bu bölgedeki varlığı kademeli olarak arttırılmıştır.
Zira Golan Tepeleri’nin stratejik olarak çok hayati bir konumda olmasının yanı sıra bölgede zengin su ve yeraltı kaynakları bulunmaktadır. Dolayısıyla İsrail’in bu bölgeden vazgeçmesi mümkün görünmediği gibi, Suriye’deki iç savaştan istifade ile işgal ettiği bölgeleri Hermon Dağı’na doğru genişletmeye çalıştığı bilinmekteydi.
İsrail bu kapsamda Suriye’deki iç savaş süresince Golan bölgesi ve ötesinde yaşayan Dürzilere muhtelif yardımlar yaparak, bölgedeki Dürzileri kendine yakınlaştırmaya çalışmıştır. Hatta dönem dönem burada faaliyet gösteren Özgür Suriye Ordusu fraksiyonlarına ve hatta o dönem El-Nusra adıyla bilinen terör örgütüne de destek olarak, Suriye’deki bölünmüşlüğü olabildiğince derinleştirmeye ve Suriye’yi bir daha kendisine tehdit oluşturmayacak derecede güçsüzleştirmeye gayret etmiştir.
Aslında SDG’nin yeni Suriye yönetimine entegre olmak hususunda bu kadar ayak sürümesinin arkasında da, Suriye’nin parçalı yapısının devamını arzu eden İsrail’in önemli bir etkisi olduğu bilinmekteydi. Zira İsrail yönetimi, Yahudilerle Kürtlerin doğal müttefik olduklarını söyleyerek, bölgedeki reel politiğe hiç de uygun olmayan bir şekilde sözde “Büyük Kürdistan” kurulmasını destekliyordu. Ancak İsrail’in desteklediği yapının aslında Suriye Kürtlerini temsil etmemesi, hatta bölgedeki Kürt ve Arap aşiretlerini de baskı altına almış olmaları hasebiyle kurulması planlanan devletin ancak bir terör devleti olacağı aşikardır. Dolayısıyla İsrail’in bu terör devleti sayesinde başta Suriye olmak üzere Türkiye, Irak ve İran’ın tepesinde Kürt kartını koz olarak kullanacağı ve bu ülkeleri istikrarsızlaştırmak istediği bilinmekteydi.
İşte bu yüzden İsrail, SDG’nin Şam yönetimiyle anlaşmasını istemiyordu. Hatta Esad rejimi artıklarının Lazkiye ve Tartus’ta başlattıkları isyan girişimlerini bastırmak için yeni yönetimin güçlerinin büyük kısmını bu bölgelere kaydırmak zorunda kalmasından faydalanılması gerektiğini düşünen İsrail, SDG’nin de diğer güçlerle birlikte harekete geçerek Şara yönetimine karşı darbe gerçekleştirmesini talep etmiştir.
Hatta İsrail’in bu çağrısından sonra SDG’ye bağlı silahlı grupların Halep kırsalında hareketlendiği ve yeni yönetime bağlı askerlere yönelik münferit saldırılar gerçekleştirdiği görülmüştür.
Ancak hem yeni Suriye ordusunun sayısal olarak güçlü olması hem de kısa sürede kalkışmaların yaşandığı bölgelere intikal edilerek müdahalelere başlanması, kalkışmanın kısa süre içerisinde bastırılmasını mümkün kılmıştır.
Şam-SDG anlaşmasına giden yol
Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanmasına yönelik olarak atılan adımlar kapsamında gerçekleştirilen Ulusal Diyalog Konferansı’na SDG ve türevleri katılmamış olsa da, buradan yapılan çağrıda ülkedeki tüm silahlı grupların ellerindeki silahları yeni hükümete teslim etmeleri ve ülkenin yeniden yapılandırılması sürecine eşit ortak olarak katılmaları hususu tekrar edilmişdi. Ancak gözü hala ABD veya İsrail’den gelecek destekte olan SDG, bu çağrılara kulak asmamış; en azından işgal ettiği enerji kaynaklarının gelirlerinin yarısını almayı, görece otonom bir yapı olarak kalmayı sağlayacak garantiler bulmayı ve oluşturulacak yeni Suriye ordusunda bir-iki tümen halinde topluca temsil edilmeyi istediğini bildirmişti.
Ancak hem Şara yönetiminin hem de Şara’nın ortağı olan SMO ve onun arkasında olan Türkiye’nin bunu kabul etmesi mümkün değildi. Kaldı ki Türkiye’de başlayan “terörsüz Türkiye” süreci istikrarlı bir şekilde ilerlemiş ve bu kapsamda İmralı’da tutuklu bulunan terörist başı bir çağrı yaparak, kurucusu ve lideri olduğu PKK’nın lağvedilmesi yönünde bir irade beyanında bulunmuştu. Haliyle PKK’nın Suriye kolu olduğu herkesçe malum olan PYD/YPG’nin de bu çağrıya uyması bekleniyordu. Fakat PYD/YPG’den gelen olumsuz sinyaller nedeniyle Türkiye, Suriye’nin kuzeyindeki terör örgütü hedeflerine yönelik operasyonlarını sıklaştırmış ve terör örgütünün hareket alanını daraltıp, bir tercih yapmaya zorlamıştı.
Yani terör örgütü, ya yeni Suriye hükümetinin çağrısına icabet edip kendini feshedecek ya da Öcalan’ın çağrısına uyarak kendisini feshedecekti. Aksi takdirde hem Türkiye ve SMO hem de yeni Suriye yönetimiyle yüzleşmek durumunda kalacak; Suriye içerisinde eşit bir şekilde temsil edilmek varken hem kuzeyden hem de batıdan yapılacak operasyonlarla ortadan kalkacaktı.
Bunun yanı sıra Trump yönetiminin Suriye’ye yönelik politikalarındaki değişikliğin de SDG’yi Şam yönetimi ile anlaşmaya zorladığı anlaşılmaktadır. Zira Biden döneminde SDG’ye verilen destekten eser kalmazken, Trump’ın Ukrayna dâhil olmak üzere daha önce desteklenen devletlere ve SDG gibi terör örgütlerine yapılan askeri ve ekonomik yardımları kesmesi de SDG’yi bir karar vermek durumunda bırakmıştır. Ayrıca Trump’ın yakın zamanda Suriye’de bulunan yaklaşık 2 bin askerin çekilmesi için emir vereceğine yönelik beklentinin de bu konuda etkili olduğu değerlendirilmektedir. Hatta CENTCOM komutanı Kurilla’nın Mazlum Abdi’yi ziyaret ettiği ve bölgedeki yeni gerçeklik nedeniyle yeni yönetimle anlaşmasının daha uygun olacağını ilettiği de bilinmektedir.
Son olarak, 6-7 Mart tarihlerinde Suriye’nin batısında cereyan eden kalkışmaların yeni yönetimin güçleri tarafından kısa sürede bastırılması ve o vakte kadar SDG’yi kışkırtan İsrail’den beklenen somut desteğin gelmemesi neticesinde SDG’nin direnci kırılmış; 10 Mart 2025 tarihinde Şara ile SDG’nin sözde lideri Mazlum Abdi arasındaki 8 maddelik anlaşma imzalanmıştır.
İsrail’in anlaşmaya yönelik tepkisi
Esad sonrası Suriye politikasını sözde Suriye’deki azınlıkları destekleme söylemi üzerine inşa eden İsrail’in, en önemli kartlarından biri olan SDG’nin Şam yönetimiyle anlaşması en hafif ifadeyle Tel Aviv’de bir şok etkisine neden olmuştur. Zira daha birkaç gün önce terör örgütünün sözde lideri Mazlum Abdi, İsrail’in destek çağrısını çok olumlu karşıladıklarını ve kendilerine yardım edecek kim olursa olsun bunu memnuniyetle kabul edeceklerini açıklamıştı.
Hatta mülakatı yapan muhabirin, “Bu İsrail olsa bile mi?” şeklindeki sorusuna da “Evet” diye cevap veren Abdi’nin, bu sözlerin üzerinden henüz birkaç gün geçmiş olmasına ve İsrail’in aksi yöndeki telkinlerine rağmen Şam ile anlaşması, İsrail yönetiminde hayal kırıklığıyla karışık büyük bir memnuniyetsizliğe neden olmuştur.
İsrail’in Suriye politikasının gereği olarak uzun süredir yatırım yaptığı, ABD’nin hem askeri hem de ekonomik desteğinin devamı ve sözde DAEŞ’ın yenilmesindeki rolü nedeniyle kahramanlaştırdığı SDG, İsrail’in cihatçı ve radikal dinci olmakla itham ettiği ve bu yüzden de tanımaktan imtina ettiği Şara liderliğindeki Şam yönetimiyle entegrasyon anlaşması imzalayarak, İsrail’in Suriye’nin kuzey ve kuzey-doğusu için öngördüğü planın çökmesine sebep olmuştur.
Aslında İsrail benzer bir durumu 2019 yılında da yaşamıştır. Zira Türkiye o tarihte Barış Pınarı harekâtını gerçekleştirmiş; Suriye’nin kuzeyinde özerliğini ilan eden SDG’nin sözde kantonları birleştirme ve bu sayede Türkiye’nin güneyinde bir terör devleti kurulması hayallerini suya düşürmüştü. İsrail medyası Türkiye’nin operasyonu sonrasında, “altı yıllık çalışmamız altı günde çöktü” şeklinde haberler yaparak hayal kırıklıklarını dile getirmişti. Bugün de İsrail’de benzer bir ruh halinin hâkim olduğunu söylemek mümkündür. Ancak hiçbir resmi yetkili bu konuda net bir beyanda bulunmamıştır. Bunun yerine süreci takip ediyoruz, gelişmelere göre pozisyon alacağız şeklinde açıklamalar yapmakla yetinmişlerdir.
Diğer taraftan İsrail’in de, Trump’tan gelebilecek muhtemel bir Suriye’den çekilme kararı nedeniyle süreci daha kötüleştirecek somut bir adım atmaktan imtina ettiği düşünülmektedir. Çünkü ABD, askerlerinin Suriye’den çekilmesi durumunda İsrail’in Suriye’nin kuzeyiyle ilgili irrasyonel hayallerini gerçekleştirme şansı tamamen sıfırlanacağı için, en kötü ihtimalle askerlerinin Suriye’deki mevcudiyetinin devamını ummakta ve bu durumu değiştirebilecek yanlış bir adım atmak istememektedir.
Anlaşmanın İsrail’in Suriye politikasına etkisi
Suriye’nin 2011 yılında başlayıp 2024 yılı sonuna kadar devam eden 13 yıllık iç savaş sürecinde olduğu gibi, de facto olarak bölünmüş ve parçalanmış olmasını arzu eden İsrail’in planları, söz konusu anlaşma ile Şam yönetimiyle SDG’nin entegrasyon hususunda el sıkışması sonrası zora girmiştir. Zira Şam yönetimi, ülkede birliğin ve toprak bütünlüğünün yeniden sağlanması konusundaki en önemli engeli bu anlaşma ile aşmış gözükmektedir.
SDG’nin ülkedeki diğer etnik, dini ve mezhebi azınlıklar ile muhtelif silahlı gruplara göre en organize, en çok insan kaynağına sahip ve en fazla dış destek olan grup olması nedeniyle, şimdiye kadar ki direnişinden vazgeçerek anlaşmayı kabul etmesi Suriye’nin geleceği için önemli bir eşik olmuştur. Ayrıca anlaşma kapsamında federasyon ve özerkliği içeren herhangi bir madde olmaması da Suriye’nin parçalara bölünmesini bekleyen İsrail’i hayal kırıklığına uğratmıştır.
İsrail’in Dürzi kartını ortaya sürmesi
Bu anlaşma, İsrail’in Suriye’ye yönelik planlarına büyük ölçüde zarar verse de İsrail’in bu planlardan tamamen vazgeçmesine yol açmamıştır. Zira İsrail’in Suriye’de yatırım yaptığı tek grup Kürtler yani SDG (aslında PKK…) değildir. Fakat SDG’nin elinde tuttuğu bölgelerin büyüklüğü ve sahip olduğu insan kaynağı düşünülünce, İsrail’in Suriye planlarını realize edebilecek yegâne grup olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır. Buna mukabil İsrail’in desteklediği diğer etnik ve mezhebi gruplardan olan Dürziler ile Suriye Alevileri (Nusayriler) ise, ne nüfus olarak ne de sahip olunan askeri güç bakımından SDG ayarında değildir.
Ancak İsrail, en azından şimdilik SDG kartını kaybettiğini idrak ederek derhal Dürzi kartına ağırlık vermeye başlamış ve bir taraftan da Nusayrilerle irtibata geçerek, hayalindeki Suriye’yi mümkün kılabilecek her türlü grup ve aktörle iş birliği halinde olacağı mesajını vermiştir. Bunu yaparken de SDG’ye karşı olumsuz bir dil kullanıp tamamen kaybetmemeye gayret eden İsrail, Şam ile SDG arasındaki anlaşmanın uygulanması hususunda anlaşmazlıklar çıkabileceğini ve bu sayede anlaşmanın çok uzun ömürlü olmayacağını hesap etmektedir.
Ama kesin olarak görülen odur ki, İsrail’in Suriye’yi istikrarsızlaştırmak için maşa olarak kullandığı SDG başrol konumunu kaybetmiş ve bu rol şimdilerde Dürzilere verilmiştir.
Aslında İsrail Suriye’deki Dürzileri kendi tarafına çekmek için uzun zamandır uğraşmaktaydı. Çünkü Dürziler Kürtlere göre İsrail sınıra daha yakın ve bu sebeple de İsrail için daha stratejik bir gruptu. Hatta İsrail böyle bir karta sahip olmak için daha devletin ilan edildiği 1948 öncesinden Dürzilerle temas kurmuş ve satın aldığı topluluk liderleri aracılığıyla bazı mesnetsiz fikirleri enjekte ederek, Yahudilerle Dürzilerin akraba olduğuna dair temelsiz argümanlar üretmiş ve bunun Dürzi toplulukta kök salmasını sağlamıştı.
Zaman içerinde sayıları 150 bini bulan İsrail’deki Dürzilerin devlet ile ilişkileri diğer azınlıklara göre hep daha iyi olmuş, Dürziler 1956 yılındaki anlaşma ile zorunlu askerlik mükellefiyetini bile kabul etmişlerdir. Bugün Suriye’de 700 bin, Lübnan’da ise 200 bin civarında Dürzi bulunmaktadır. Dürzilerin inanç esasları gereği birbirlerini desteklemeleri zorunlu olduğundan, her ne kadar farklı ülkelerde olsalar da aralarında sıkı bir bağ olduğunu söylemek mümkündür. İsrail tam olarak bu bağdan faydalanmak istemiş ve özellikle Suriye’nin güney vilayetlerinden olan Süveyda’daki Dürzileri yanına çekmeye çalışmıştır.
Zaten iç savaş sürecinde bu bölgelerdeki Dürzilere yönelik bazı yardım faaliyetlerinde bulunan İsrail, Suriye’nin güneyinde kurulacak bir Dürzi federasyonu için altyapı oluşturmaya çalışmıştır. Hatta SDG henüz Şam ile entegrasyon anlaşması imzalamasının öncesinde İsrail medyasına yansıyan haberlere göre, İsrail’in Suriye’nin güneyinde bir Dürzi-Kürt federasyonu kurulmasını hedeflediği ve bunun için ABD ile görüştüğüne yönelik haberler yapılmıştı. Ancak SDG’nin Şam ile anlaşması bu planı kadük bırakırken, İsrail Dürzi federasyonu kurulması fikrinden henüz vazgeçmemiştir.
İsrail’in Dürzileri yanına çekme hamleleri
İsrail’de yaşayan 150 bin (bunların çoğunluğu İsrail vatandaşıdır) ve işgal altındaki Golan bölgesinde yaşayan yaklaşık 25 bin civarındaki Dürzi (bunlar İsrail vatandaşı olmadıkları gibi İsrail’e karşı aidiyetleri de bulunmamaktadır) bile İsrail yasaları gereğince ikinci sınıf vatandaş olarak kabul edilirken hatta Dürzilerin kendi kaderlerini tayin hakkı yok sayılırken, İsrail’in Suriye ve Lübnan’daki Dürzilere sıcak mesajlar vermesi ve onların haklarını, hukuklarını koruyacaklarına yönelik vaatlerde bulunması gerçekçi bulunmamaktadır.
Ancak İsrail hem Lübnan hem de Suriye’deki güvenlik sorunlarını da araçsallaştırarak Dürzi toplulukların yaşadığı sorunları çözebileceğine yönelik bir algının oluşmasını sağlamıştır. Diğer taraftan da Dürzilere yönelik son dönemde açıklamış oldukları ekonomik yardım paketleri ve güvenlik garantileriyle özellikle Suriye’nin güneyindeki Süveyda’da yaşayan Dürzilerin bir kısmını kendi yanına çekebilmiştir. Bunu yaparken de 8 Aralık 2024’ten sonra Suriye’nin yönetimini üstlenen Şara’nın geçmişindeki DAEŞ bağlantısını öne çıkarıp, “Suriye’yi yöneten bu cihatçı yapıların Dürzilerin haklarına saygı duymayacağı, hatta onları ortadan kaldırmak isteyecekleri” gibi bir söyleme başvurmuştur.
İsrail’in bu algı operasyonlarının bütün Dürzi topluluk üzerinde etkili olduğunu söylemek mümkün olmasa da bazı küçük grupların bundan etkilendiği ve yeni yönetimi tanımadıklarına yönelik açıklamalar yaptıkları görülmüştür. Hatta Şam’ın güneyinde yer alan Cerame bölgesinde kendilerini “Cerame Kalkanı Tugayı” olarak isimlendiren bir grubun ortaya çıktığı ve Şam yönetiminin askerlerine karşı saldırılar gerçekleştirdiği görülmüştür. Benzer bir şekilde Kuneytra, Dera ve Süveyda civarlarındaki bazı küçük yerleşim yerlerinde Şam yönetimine yönelik protestolar yapılmış, hatta bir-iki köy meydanına İsrail bayraklarının çekildiği görülmüştür.
Bu gelişmeler üzerine Dürzi toplulukların saygı duyduğu ve halihazırda Lübnan Dürzilerinin lideri olan Velid Canbulat bir açıklama yaparak, “Dürzilerin pusulasının Tel Aviv değil Şam olduğunu” söylemiş ve Suriye’deki Dürzileri İsrail’in planlarına karşı uyararak, Şam ile anlaşmalarının en uygun seçenek olduğunu ifade etmiştir.
Fakat İsrail Dürzi kartından kolayca vazgeçme niyetinde olmadığı için, Şam yönetiminin Suriye’nin güneyini kontrol etmesine izin vermeyeceklerini söyleyerek, bu bölgede Dürziler için güvenli bölge oluşturma niyetinde olduğunu açıklamış ve eş zamanlı olarak Suriye’ye yönelik hava saldırıları yaparak Şam yönetiminin zaten kısıtlı olan gücünü iyice sınırlandırmıştır.
Bunları yaparken de bir taraftan Dürzilerin güvenliğini gerekçe olarak sunarken diğer taraftan da İran’ın vekillerinin Suriye’nin güneyinde yeniden güçlenmesine izin verilmeyeceği gibi asla kabul edilemez bir bahanenin ardına saklanmıştır. Zira bilindiği üzere 8 Aralık’tan sonra İran destekli Şii milisler ve Hizbullah Suriye’den çıkmak zorunda kalmış; sonrasında da yeni yönetim tarafından İran’ın Suriye’de varlık göstermesi yasaklanmıştır. Buna rağmen İsrail İran ve vekillerinin Suriye’deki varlığı gibi geçersiz bir iddiayla Suriye’ye yönelik saldırılarına devam etmiştir.
İsrail’in özellikle Suriye’deki Dürzilerin aklını çelmeye yönelik girişimleri devam etmektedir. Geçtiğimiz hafta içerisinde 10 bin adet yardım kolisi hazırlanarak Suriye Dürzilerine ulaştırılmıştır. İsrail’in yardım paketlerinin içeriği çok kapsamlı olmasa da Dürzileri düşündükleri ve onların yanında oldukları intibasının oluşturulması konusunda ziyadesiyle etkili olmuştur. Bunun hemen ardından Süveyda’daki Dürzi toplumundan yaklaşık 100 civarında din adamının otobüslerle Golan bölgesinde bulunan Mecdel Şems kasabasındaki Şuayip peygamberin türbesine getirilmesi ve burada İsrail Dürzileriyle Suriye Dürzilerinin kaynaştırılmak istenmesi, İsrail’in Dürzi kartında ısrarlı olduğunu göstermiştir. Kaldı ki şimdiye kadar İsrail’deki Dürzilerin dışındaki Dürzi toplulukların Şuayi peygamber gününe inandıkları ve bunu kutladıkları görülmemiştir. Dolaysıyla İsrail propagandasının diğer Dürzi kesim üzerinde de etkili olduğu anlaşılmaktadır.
Bunların yanı sıra, 7 Ekim’den sonra İsrail’in Filistinli işçilerin girişlerini yasaklaması nedeniyle üretim sektöründe baş gösteren insan kaynağı eksikliğini aşmak için başta Golan bölgesindeki Dürziler olmak üzere çevredeki Dürzilere çalışma izni verileceği yönündeki haberler de Dürzilerin İsrail ile yakınlaşmasına yol açmıştır. Keza bölgede İsrail dışında çalışma ve para kazanma imkânı sunacak başka aktör bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu civarda yaşayan Dürziler için İsrail’in sunduğu teklifler cazip gelmekte ve İsrail’in tuzağına kolayca düştükleri görülmektedir.
Sonuç olarak
İsrail’in uzun süredir kurguladığı Suriye politikasının en önemli aktörlerinden olan SDG’nin Şam yönetimi ile anlaşması İsrail’de şaşkınlık ve büyük bir hayal kırıklığına neden olsa da kısa sürede toparlanan İsrail derhal alternatif planını devreye sokmuştur.
Esad’tan sonra Suriye’yi daha muhafazakâr (İsrail’e göre cihatçı) bir grubun yönetmesine karşı çıkan İsrail, bunu engellemek konusunda şimdiye kadar başarılı olamasa da Şara yönetimini itibarsızlaştırmak için elinden geleni yapmaya devam etmektedir.
Bu kapsamda Suriye’deki dini ve etnik azınlıkların hamiliğine soyunan İsrail, özellikle Dürzilere odaklanarak Suriye’nin güneyinde kendine müzahir bir topluluk oluşturma çabasına girmiştir. Zaten eskiden beri bu bölgedeki Dürzilerle münasebeti bulunan İsrail, özellikle 10 Mart’taki Şam-SDG anlaşmasından sonra Dürzileri kendi yanına çekmeye yönelik girişimlerine hız vermiştir. Bir taraftan Şara yönetimini itibarsızlaştırıp Dürzilerden uzaklaştırmaya çalışırken diğer taraftan da Dürzilere bölgelerinde daha özerk bir yapı oluşturabilmeleri için güvenlik garantileri vererek, Suriye’nin bölünmesini veya en azından bu tartışmalar sebebiyle istikrarsızlığın devamını sağlamayı ummaktadır.
İsrail, şimdiye kadar Dürzi toplumun genelini kandıramamış olsa da sınırlı bir kesim üzerinde etkili olduğu görülmektedir. Ancak bu kesimlerin bütün Dürziler adına konuşması söz konusu olmadığı gibi, diğer Dürziler tarafından kendi topraklarına ihanet ettikleri şeklinde suçlandıklarına şahit olunmaktadır.
Şara yönetimi de bu süreçte boş durmamış; Dürzi toplumunun kanaat önderleriyle irtibat kurarak İsrail’in tuzağına düşmemeleri konusunda uyarılarda bulunmuşlardır. Ayrıca Türkiye’nin arabuluculuğu sayesinde Dürzi lider Velid Canbulat’ın da desteği alınmıştır. Şara’nın ulusal dialog konferansında yaptığı açıklamalarda ve son olarak yayınlanan geçici anayasa bildirisinde tüm etnik, dini ve mezhebi grupların eşit statüsüne yapılan kuvvetli atıflar, Dürzilerin yeni dönemde asla dışlanmayacağının garantisi mahiyetindedir. Dolayısıyla Dürzilerin de tıpkı diğer gruplar gibi yeniden inşa edilen Suriye’nin eşit ve ayrılmaz bir parçası olarak devletin ve ordunun içerisinde yer almaları en uygun seçenek olacaktır.
Ancak İsrail’in de Suriye’deki Kürt kartını kaybettikten sonra Dürzi kartını da kaybetmek istemeyeceği; gerekirse bu konuda daha agresif tedbirlere başvurabileceği unutulmamalıdır. Dolayısıyla Suriye sahasının önümüzdeki günlerde de büyük bir çekişmeye sahne olacağı öngörülebilir. Hatta bu kapsamda Dürzilerin bir taraftan Şam yönetimi diğer taraftan da İsrail tarafından baskı altına alınmaya çalışıldıkları bir süreci takip edebiliriz. Mühim olan bu süreçte Şam yönetiminin Dürzilere yönelik geri dönülemez hatalar yapmadan, onları konsolide etmeye çalışmasıdır. Aksi takdirde Dürzilerin, gerçekten inanmasalar da İsrail’in güvenlik garantilerine kanıp, Suriye’nin birliği ve toprak bütünlüğünün bozulmasına yol açabilecek bir sürecin içerisinde yer alabilmeleri ihtimal dahilindedir.
Suriye’nin geleceğinin nasıl şekilleneceğine yönelik asıl gelişmelerin ise Trump’ın Suriye’ye dair kararını açıklamasından sonra yaşanacağı tahmin edilmektedir. Zira o tarihten sonra hangi aktörlerin Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olacağı aşağı yukarı belli olacaktır. ABD’nin çekilmesi Türkiye’nin alanını genişletecekken, kalma kararı ise İsrail’in elini kuvvetlendirecek ancak yeni bir çatışmalı süreci de beraberinde getirecektir.
Tüm bunlar muvacehesinde önümüzdeki dönemin Suriye için zorlu geçeceği, ancak yeniden toprak bütünlüğünün sağlanması hususunda tüm etnik, dini ve mezhebi grupların ortak paydada buluşması halinde, İsrail’in Suriye sahasından tamamen dışlanacağı yeni bir gerçekliğin ortaya çıkabileceği de unutulmamalıdır.
Zira yıllardan beri acılar çeken Suriye halkının artık barış ve huzura kavuşma zamanı gelmiştir. Suriye’nin bölünüp parçalanmasını hedefleyen İsrail’in muhtelif planlarla bunu gerçekleştirmesini önlemek de Arabıyla, Kürdüyle, Dürzisiyle, Nusayrisiyle ve Türkmeniyle topyekûn Suriye halkına düşmektedir. Umarız bu görevlerini layıkıyla yerine getiririler.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.