Müslüman Coğrafyada Feminist Söylemler ve Gerçekler


Tarih boyunca özgürlük, eşitlik ve insan hakları gibi evrensel değerler, toplumların gelişimine yön veren temel ilkelerdir. Ancak bu değerler, uygulamada çoğu zaman başka bir amaca hizmet etmeye indirgenmiştir. Özgürlük ve eşitlik idealleri, ulus devlet sınırlarına çarparak evrensel olma iddiasını yitirmiş, insan hakları söylemi ise uluslararası düzeyde güçlü ülkelerin rakiplerine karşı bir baskı veya susturma aracı haline dönüşmüştür. Feminist hareket de başka amaçlar için kullanılmaktan kendini kurtaramamıştır. Bu yazı, feminizmin Batı’da ve Türkiye’de kitlelerin hak mücadelesinden elitist bir ajandaya nasıl evrildiğini ve Batılı ülkelerin Müslüman ülkelere aba altından sopa göstermekteki işlevini irdelemektedir.
Feminizmin Batı’da hak mücadelesinden elitist bir ajandaya dönüşümü
Feminizm, tarihsel olarak, işyerinde sömürülen ve/veya aile hayatında baskı gören kadınların eşitlik mücadelesini temsil ediyordu. Sanayi Devrimi'nin ardından fabrikalarda düşük ücretle çalışan kadın işçilerden, evde "görünmeyen emek" yükünü omuzlayan annelere kadar pek çok kadının sesi bu hareket sayesinde duyuldu. Ancak zamanla feminizm, toplumun belirli bir elit kesiminin çıkarlarını ilerletmek için bir araç haline geldi.

Özellikle üst sınıf kadınlar, kendi ekonomik ve politik ajandalarını dayatmak adına feminizmin temel prensiplerini gölgede bırakarak, dar gelirli ve sıradan kadınların mücadelesini adeta unuttular. Bu süreçte feminizm, "cam tavanları" kırmaktan öteye gidemeyen bir retorikle sınırlı kaldı. Büyük şirketlerin yönetim kurullarında birkaç kadın üyeye yer verilmesi veya iş yerlerinde "çeşitlilik" politikalarının benimsenmesi gibi sembolik adımlar, yalnızca medyatik bir başarı hikayesine dönüştü. Oysa alt sınıflardaki kadınlar hâlâ en temel haklarını almakta sorun yaşamaya devam ediyor.
Örneğin, iş dünyasında kadın yöneticiler "eşitlik" adına alkışlanırken, aynı şirketlerin üretim tesislerinde kadın işçilerin temel haklarının sıklıkla ihlal edilmesi pek dillendirilmiyor. Ya da milyonda bir kadının başına nasıl konduğu belli olmayan “talih kuşu” veya “girişimcilik hikayeleri” ile tekstil atölyelerinde asgari ücretin altında çalıştırılan kadınların çalışma şartları gündemin dışına itiliyor.
Kamusal alandaki elitist yaklaşımlar da sorunların gerçek nedenlerini çözmek yerine sembolik politikalarla ilgilenmeyi tercih etti. Örneğin, bir belediyenin üst düzey yönetiminde kadın kotası uygulaması getirilmesi olumlu bir adım gibi görünse de o şehirdeki kadınların toplu taşımada güvenlik sorunlarıyla karşılaşması, şiddete karşı yetersiz koruma mekanizmaları eksikliği gibi sorunlar göz ardı edildi.
Elitist feminizmin bu dar kapsamlı yaklaşımı, sokakta tacizle mücadele eden ya da yerel sağlık hizmetlerine erişim konusunda zorluk çeken kadınların gerçek sorunlarına çözüm getiremedi.
Feminizm Türkiye’ye nasıl geldi?
Feminizm, Türkiye’ye 1980’lere kadar daha çok Cumhuriyet elitlerinin kadınlara tanıdığı haklar çerçevesinde şekillendi. 1923’te kurulan Cumhuriyet ile birlikte, özellikle Atatürk’ün öncülüğünde kadınlara oy hakkı verilmesi, eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması ve boşanma hakkı gibi önemli adımlar atıldı. Ancak bu dönemdeki kadın hareketi, esasen bir hak arayışından ziyade, elit bir toplumsal düzenin içinde yer alan kadınların, Atatürk devrimleri çerçevesinde kendilerine sunulan değişimlere uyum sağlama sürecini yansıttı. Bu elit kadınlar, Cumhuriyetin en güçlü destekçileri olarak öne çıkarken, toplumun alt sınıflarındaki kadınların yaşadığı zorlukları sıklıkla göz ardı ettiklerini bile fark edemediler. Kendi gündemlerini ülkenin gündemi zannettiler.

Cumhuriyeti kuran elitler, özellikle İslam’ı Türkiye’nin modernleşmesinin önünde bir engel olarak görmüş ve bu doğrultuda katı bir laiklik anlayışı benimsemişti. Ezanın Türkçe okunması, harf inkılabı, Arapça Kur'an öğreniminin yasaklanması ve Şapka Kanunu gibi uygulamalar, bu yaklaşımın somut örnekleriydi. Müslüman kadınlar da bu anlayıştan nasibini “başörtüsü yasakları” ile aldı. Bir kadın hakları ihlali olan bu yasaklara, parmakla sayılacak kadar kişi dışında ne feministler ne de aydınlar karşı çıktı. Başörtüsü yasakları, benim de başka akademisyenlerin de araştırmaları sonucu gösterdiği gibi, Müslüman kadınların eğitim almasını ve iş hayatında yer edinmesini zorlaştırdı. Ancak kadınların eğitim ve çalışma hakkını savunan kesimler, bu çelişkiye dikkat çekmek yerine, “Başörtüsünü çıkarıp okuyabilirsin” diyerek totaliter “çözümler” önerdi. Bütün bunlar olurken aslında Türkiye’deki kadınların yaklaşık üçte ikisi başörtüsü kullanıyordu. Yani, kadınların çoğunluğunun tercihi yerine, küçük bir azınlığın toplum mühendisliği projeleri dayatıldı.
Yani, Türkiye’deki Müslüman kadından istenen, “bizim istediğimiz gibi davranırsan özgür olabilirsin” anlayışıydı. Hem Müslümanca yaşamayı “özgürce” tercih etmek hem de çalışma ve eğitim hakkından tam anlamıyla faydalanmak, bu bakış açısına göre mümkün değildi. Burada geçmiş zaman eki kullanmanın büyük bir iyimserlik barındırdığının da farkındayım. Çevremizde, elinde tekrar aynı imkanlar olsa benzer politikaları dayatmaya hevesli çok sayıda “başkalarını özgürleştirme” meraklısı görmek mümkün. Bu durum, kadın özgürlüğü konusunun ancak “seküler” kadınlar için geçerli ve Müslüman kadınlar için dayatmacı bir biçimde ele alındığını göstermektedir.
Öte yandan, seküler feministler feminizmi bir tür tekel altında tutarken, İslamiyet ile örtüşen birçok feminist meseleyi göz ardı etti. Örneğin, kadın bedeninin metalaştırılmasına yönelik itirazlar Türkiye’de nadiren gündeme getirildi. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, Türk Hava Yolları’nda (THY) hosteslere kırmızı ruj sürmeme yönünde telkinat yapılmasıydı. Bu karar, Türkiye’de tartışmalı bir şekilde “kadın özgürlüğüne müdahale” olarak ele alındı. Ancak yurtdışındaki feministler, kadın bedeninin iş dünyasında sömürülmesine karşı çıkan bir perspektifle, uygulamayı kadının nesneleştirilmesine yönelik bir karşı duruş olarak yorumladı. Zira diğer birçok havayolu şirketinde, hosteslerin erkek yolcuların “göz zevkine hitap edecek” şekilde giyinmeye zorlanması, belirli bir yaşa ya da vücut ölçüsüne sahip olmayan kadınların ise “kullanım süreleri” dolduğu için işten çıkarılması olağan bir uygulamaydı. Bunların Türkiye’deki seküler feministlerin dikkatini pek çekmemesi ilginçti.
Feminizmin dış politika aracı olarak kullanılması
Feminizm, yalnızca iç politikada elitist ajandalara hizmet etmekle kalmayıp, aynı zamanda dış politika stratejilerinde de bir araç haline gelmiştir. Özellikle Batı dünyası, Müslüman kadınları Müslüman erkeklerden “kurtarılması gereken” mağdur figürler olarak sunarak, kendi kültürel üstünlüğünü meşrulaştırma çabası içine girmekte. Bu söylem, başörtüsü ve diğer İslami pratikleri kadınlar üzerinde baskı kuran unsurlar olarak gösterir. Ancak bu yaklaşım, Müslüman kadınların kendi seçimlerini, seslerini ve deneyimlerini göz ardı ederken, Batı’nın siyasi ve ekonomik müdahalelerini haklı çıkarmak için bir bahane olarak kullanılmaktadır.
Yüksek lisans öğrencisi olduğum 2008 yılında, Japonya’dan bir grup öğrenci olarak Birleşmiş Milletler’i tanımamız için organize edilen bir eğitime katıldım. BM binasında gördüğüm bir resim, bu söylemin ne denli manipülatif olduğunu iliklerime kadar hissetmeme neden oldu. Resimde başörtülerini çıkarıp rüzgarda dalgalandıran Afgan kızlar yer alıyordu ve altına, bu görüntünün Afgan kızların özgürleşmesini simgelediği notu düşülmüştü. Elbette bu resim, ABD’nin Afganistan’a askeri müdahalesi devam ederken çekilmişti.
Bu bağlamda, Afgan kızlarının okula gönderilmemesi Batılılar tarafından sürekli dillerine dolanırken, ABD işgalinin geride bıraktığı yıkım, okula gitmeye de mani olan ekonomik zorluklar ve sayısız kadın için ortaya çıkan devasa başka sorunlar hiç dile getirilmiyordu.
Bu tür durumlarda feminizm, dayanışma hareketi olmaktan çıkarak, ülkelerin dış politika hedeflerine hizmet eden bir araç haline gelmiştir. Afganistan, Irak ve benzeri ülkelerde “kadınların özgürleştirilmesi” söylemi, genellikle askeri müdahaleleri haklı göstermek için dile getirilmiştir. Ancak bu müdahalelerin ardından kadınların yaşam standartlarında ciddi bir iyileşme olmamış, aksine birçok bölgede kadınlar daha büyük bir yıkımla karşı karşıya kalmıştır. Bombalanmış şehirler, yıkılmış okullar ve süregiden kaos ortamında kadınların eğitim, sağlık ve temel insan haklarına erişimi daha da zorlaşmıştır.
Filistin meselesinde feminist söylemlerdeki taraflılık
7 Ekim sonrasında yaşananlar, feminizmin seçici bir dış politika aracı olarak kullanıldığının bir başka örneğidir. Feminizmi araçsallaştıran söylemin maskesi, 7 Ekim’den sonraki İsrail saldırılarında hayatını kaybeden binlerce Gazzeli kadın ve çocukların ölümüne, evsiz kalmasına, sağlık hizmetlerine ulaşamamasına, anestezi olmadan ve tamamen sağlıksız ortamlarda doğum yapmak zorunda kalmasına Batı’nın ve Türkiye’deki belli feminist çevrelerin kayıtsız kalmasıyla tamamen düştü.

Fakat aynı ülkelerde İsrailli kadınların cinsel istismara maruz kaldığına dair iddialar ayyuka çıkarıldı. 7 Ekim’den hemen sonra, İsrail ve destekçileri, Hamas militanlarının İsrailli kadınlara tecavüz ettiğine dair iddialar yaymaya başladı. New York Times gazetesinde “Kelimeleri Olmayan Çığlıklar” ya da orijinal adıyla “Screams without Words” başlıklı yazı Hamas’ın 7 Ekim’de sistematik olarak cinsel şiddete başvurduğunu iddia eden ve sonradan çekilen tanıklardan bazıları ile yapılan röportajlardan oluşan bir yazıydı. Bu yazı sonraları yeterli delil olmadığı halde kişilerin suçlamalarını delil kabul ettiği için çok eleştirildi. Çeşitli bağımsız yayınların yaptığı araştırmalar, bu tecavüz iddialarının delilden yoksun bazen de tamamen uydurma olduğunu yazıyordu.
ABD Başkanı Biden da bu iddiaları doğruymuş ve eminmiş gibi tekrarlayarak insanların sorgulamadan kabul etmesine zemin oluşturdu. Aynı şekilde, Almanya Şansölyesi Olaf Scholz, Hamaslıların İsraillilere tecavüz ettiklerini gösteren videolar çektiklerini iddia etti. Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ise daha da ileri giderek, bu videoları bizzat izlediğini öne sürdü.
Halbuki, Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Birleşmiş Milletler raporları toplu tecavüzler ile ilgili ellerinde bir video kaydı veya delil olmadığını belirtti. Birleşmiş Milletler raporunda, “Nova müzik festivali alanı, Route 232 ve Kibbutz Re’im’de çatışmaya bağlı cinsel şiddet yaşandığına dair makul gerekçeler bulunsa da diğer yerlerde bildirilen tecavüz vakaları doğrulanamamıştır.” ifadesi yer aldı. Raporda, “Aynı zamanda, medyada geniş çapta yer alan Kibbutz Be’eri’deki en az iki cinsel şiddet iddiasının asılsız olduğu tespit edilmiştir.” diye ifadeler de barındırıyordu.
BM raporunda asılsız olduğu söylenen Kibbutz Be’eri’de cinsel şiddet iddiası, New York Times haberinin kesinmiş gibi işlediği tecavüz vakalarıydı. Alman hükümet yetkililerine bu iddialar ilgili sorular sorulduğunda, Müslüman ülkelere yaptıkları tolerans tavsiyesinin aksine gazetecilere sert çıkıyor ve onları azarlayarak susturmaya çalışıyorlardı. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, ABD’nin saygın üniversitelerinden Columbia Üniversitesinde cinsel şiddetin nasıl silah olarak kullanıldığına dair bir konferans düzenlendi fakat aslında konferans akademik bir faaliyetten çok, Hamas’ın cinsel şiddeti nasıl kullandığına dair bir organizasyon izlenimi veriyordu ve delil standartları açısından tartışmalı New York Times gazetesindeki yazıya büyük yer ayrılmıştı.
Burada asıl vurgulanmak istenen, savaş veya silahlı çatışmalar sırasında tecavüzün yaşanıp yaşanmaması değildir. Tarihsel olarak, savaş sırasında kadınlara tecavüzün olduğuna dair önemli belgeler var. Diğer bir ifade ile, geçmiş tecrübelerden hareketle Hamas veya İsrail ordusuna mensup herhangi bir askerin tecavüz etmiş olabileceğini veya bunun ihtimal dahilinde olduğunu inkâr edemeyiz. Ancak Gazze’deki Filistinli kadınların maruz kaldığı cinsel, fiziksel, psikolojik şiddet ile delilleri ve açık kaynaklarda videoları olan İsrail hapishanelerinde Filistinli erkeklerin maruz kaldığı korkunç cinsel istismar ve tecavüzlerin neredeyse hiç ilgi gösterilmemesi önemli bir soruna işaret etmektedir.
Bu durum, feminizmin bazı çevrelerde evrensel bir hak mücadelesinden ziyade, seçici ve siyasi bir araç olarak kullanıldığını açıkça göstermektedir.

Bu yazıyı kaleme almama neden olan bir diğer olay, Suriye’nin yeni yönetimini temsil eden Ahmet eş-Şara’nın Alman Kadın Dışişleri Bakanı’nın elini sıkmamasının bazı Batılı basın kuruluşlarında Müslümanları hedef alan bir kampanyaya dönüşmesiydi. Eş-Şara’nın bu davranışı, kültürel ya da dini bir tercih bağlamında değerlendirilebilecekken, bazı anaakım Batılı medya kuruluşları bunu İslamofobik bir söyleme dönüştürmeyi tercih etti. Bu yaklaşım, Müslüman toplumların ve değerlerin sürekli olarak geri kalmışlık ya da kadın düşmanlığı ile özdeşleştirilmesi yönündeki yaygın eğilimi bir kez daha gözler önüne serdi. Oysa farklı kültürlerde, örneğin Japonya’da, tokalaşma yerine başka selamlama biçimleri tercih edildiğinde bu durum bir eleştiri konusu yapılmaz. Ancak söz konusu Müslümanlar olduğunda, benzer durumlar, bireylerin veya toplumların kültürel bağlamından kopartılarak olumsuz bir çerçevede sunuluyor.
Suriye’nin yeni yönetiminin İslami köklerinin Türkiye’de bazı kesimleri de rahatsız ettiği görülüyor. Bu rahatsızlık, Suriyeli kadınların başlarını örtmeye zorlanabileceği gibi endişelerin dile getirilmesine yol açtı. Ancak aynı kişiler, Esed rejiminin baskıları altında hapishanelerde işkence gören ve tecavüze uğrayan kadınların haklarını ve onurunu savunmayı önemsemediler. Bu yaklaşım, hem çifte standartları hem de kadın hakları söyleminin siyasi çıkarlar doğrultusunda seçici bir şekilde kullanıldığını gösteriyor.
2000’li yıllardan bu yana işgal edilen Müslüman topraklardaki icraata bakıldığında, Batılı devletlerin Müslüman kadınları kurtarmak gibi bir kaygısının olmadığı açık. Özellikle kadife eldivenin altındaki demir yumruğu yiyen Filistinli kadınlardan hepimizin alacağı çok ders var.
Yani sorulması gereken soru şu, kurtuluşun ancak Batı veya Batılı değerlerde olduğunu düşünenlere göre Müslüman kadınları Müslüman erkeklerden batı kurtaracak, peki Müslüman kadınları Batı’dan kim kurtaracak?
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.