Mükemmeliyetçi Fantezilerden Ölümcül Neticelere

Yazar Gökhan Özcan, modern dünyanın dayattığı mükemmellik algısının bireyler üzerindeki yıkıcı etkilerini ve ölümcül sonuçlarını Fokus+ için kaleme aldı.
Gökhan Özcan
Mükemmeliyetçi-Fantezilerden-Ölümcül-Neticelere.jpg

03.07.2025 - 11:54  |  Son Güncellenme:03.07.2025 - 12:03

“Batı’da her birimiz mükemmeliyetçi fantezilerle örülmüş bir kültürde yaşıyoruz. Bu, mükemmel yaşamlar, yaşam tarzlarını gösteren resimler ve videoların reklam panolarından, filmlerden, reklamlardan, sosyal medya içeriklerinden bize aktığı holografik bir abartılı gerçeklik simülasyonudur” diyor Thomas Curran ‘Mükemmellik Tuzağı’ isimli çarpıcı kitabında.  

Curran, her ne kadar ‘Batı’da’ diyerek belli bir adres gösteriyor olsa da; Batı’da olan şeylerin bugün bütün dünyayı etkisi altına aldığını dikkate aldığımızda problemin coğrafya ayrımı olmadan herkesi ilgilendiren bir mesele olduğuna rahatlıkla kanaat getirebiliriz.

Hepimiz mükemmel olmak istiyoruz; çünkü yaşadığımız dünyada mükemmel olmayanın iyi bir hayat yaşamak için pek fazla şansı olmadığı iddiası sürekli kulağımıza fısıldanıyor. Fiziksel olarak, kişisel gelişim açısından, kültürel katılım, trendlere uyum, maddi güç ve daha pek çok başka konuda herkesin bildiği ve inandırıldığı erişilmesi güç yüksekliğe konmuş çıtalar var.  

Buna karşılık bizler kusurlu canlılarız; vücudumuz ideal ölçülerde olamayabiliyor, çok zeki, çok cazibeli, çok sosyal, çok zengin olamayabiliyoruz. Bu zayıflıklarımızın hepsinin makul sebepleri de var çoğu zaman.

Hepimiz bir bedene, bir kişiliğe, bir çevreye, bir kültürel atmosfere ve belli maddi imkanların içine doğuyoruz. Doğuştan gelen, genetiğe bağlı, aşılamaz sosyal şartların dayattığı mecburiyetler gibi kayıtlarla bağlıyız, doğduğumuz kişi olmak bizim kaderimiz.  

Çünkü içine doğduğumuz dünyanın değiştirilemeyecek şartları var. Doğrudan yoksulluğun içine doğduğumuz için merdivenin basamaklarını çok hızlı çıkamayabiliyoruz. Hak ettiğimiz seviyede bir eğitim alamayabiliyoruz ve bu eksiklikler mesleki anlamda hak ettiğimiz yerlere gelebilmemize engel olabiliyor.  

Zihinsel, düşünsel, mental kabiliyetlerimiz birçoklarından daha zayıf olabiliyor. Belli rahatsızlıklar, bedensel dezavantajlar bizi idealize edilen normların gerisine düşürebiliyor.  

Şu bir gerçek ki, herkesin dünya imtihanı kendi şartları içinde şekilleniyor ve bu imtihanda önüne çıkan sorular başkalaşabiliyor. Zenginlikten imtihan edilen de var, yoksulluktan imtihan edilen de… Cazibesiyle imtihan edilen de var, sıradanlığıyla da… Zindeliğiyle imtihan edilen de var, düşük kapasitesiyle de… Aynı değiliz, aynı yerden başlamıyoruz hayata, aynı hikayelerin içinden geçmiyoruz. Ama şu da var ki, sadece kendi şartlarımızdaki ahval üzere sual ediliyoruz. Ölçüsünde şaşma olmayan bir teraziyle…  

İdeal insan olmaya çalışmak

Hakikat nezdinde her şeyi dengeleyen bir ölçü var ama bugünün dünyasında durum öyle değil; her şey çok daha acımasız biçimde ölçülüp biçiliyor. Curran’ın da ifade ettiği gibi herkes, her birey, yoğun bir mükemmellik dayatması ile karşı karşıya… Yeterince güzel ya da yakışıklı olmayan, beli yeterince ince olmayan, yeterince şık giyinmeyen, yeterince sportmen, zengin, güçlü, popüler, espritüel, sosyal olmayan hayatın dışına düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Böyle bir kabul var ve herkes sürekli bir propaganda ile bu kabule inandırılmaya çalışılıyor. Kültür simsarlarının, ticaret devlerinin, algı mühendislerinin bu dayatmaları yaymak üzere üretilmiş o kadar çok teknik imkânı ve araçları var ki bu büyük ölçüde de başarılıyor. Sıradan bireyler, hiç olmadıkları ve asla olamayacakları bir ‘ideal insan’ standardına adeta zorlanıyor.  

Modern dünyada ticaret, insanları ihtiyacı olmayan şeylere ihtiyaç duyurma mantığı üzerinden işliyor; çünkü insanlara sadece ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek şeyleri satmakla ancak makul kazançlar elde edilebiliyor, akıl almaz küresel servetler bir yerlerde istiflenemiyor.  

Yani? Yanisi şu, küresel sermaye, para üstüne para kazanmak ve bu sömürü düzenini sürdürebilmek için yeryüzündeki hemen her insanı hiç olamayacakları bir ‘ideal insan’ modeline inandırıyor, her birini ayrı ayrı tanımladığı, standardize ettiği ‘ideal’ler için bedel ödemeye alıştırıyor.  

Bu kör yöneliş, tarihin belki de en yaygın ama adı en konmamış bağımlılıklarını ortaya çıkarıyor. Daha güzel, daha ideal ölçülerde, daha zengin, daha enerjik, daha sportmen, daha şık, daha entel ve daha bir sürü başka şey olmak üzere, kedinin kuyruğunu kovaladığı gibi kendi erişilmez ideallerini kovalayan şuursuzlaşmış hayatlar… İçinde yürek dayanmaz acılar, fevkalade dramatik hikayeler de olan bir tüketici kara döngü bu!  

Yakın bir zaman önce 30 yaşında incelmek uğruna 23 kiloya düşen anoreksiya hastası bir kadın, vücuduna verdiği hasarlar giderilemediği için acı bir şekilde hayatını kaybetti. Televizyon aleminde tanınan popüler bir isim olduğu için süreci hepimiz mecburen takip ettik, durumundan hepimiz haberdar olduk ve hayatının kahredici geri sayımına da hep beraber şahit olduk.  

Muhtemel ki aynı geri dönüşsüz yola girmiş, o yolda ilerlemekte olan nice başkaları da var. Başkalarının gözündeki ‘ideal insan’ olabilmek, standartları konan şartlara erişebilmek için hayatını, bedenini, sağlığını, geleceğini ipotek eden nice kurban da şu an hızla kendini bu tehlikeli girdapların içine sürüklüyor.

Dayatılan idealleşmenin hastalığa dönüşmesi

Bu tehlikeli tabloda iki temel rahatsızlık öne çıkıyor: Anoreksiya Nervoza ve Blumia Nervoza… Anoreksiya Nervoza, “hem kilo alma korkusu hem de psikolojik faktörlere bağlı olarak vücuda kalori alımının sınırlandırılması veya hiç alınmaması sonucu aşırı kilo kaybına neden olan yeme bozukluğu” olarak tarif ediliyor. Görünen fizyolojik bozukluklara karşılık esasen psikolojik tabanlı bir rahatsızlık… Bulimia Nervoza ise, “kişinin kısa sürede aşırı miktarda yiyecek tükettiği ve ardından kilo almaktan kaçınmak için kusma, aşırı egzersiz veya laksatif kullanımı gibi telafi edici davranışlara başvurduğu bir yeme bozukluğu” diye biliniyor. Her iki hastalığın da tarifinde medyatik diyet güdülemelerinin negatif psikolojik etkilerini görmemek imkansız.  

“Bugün insanın kendi bedeniyle olan ilişkisinin de bozulduğu aşikârdır. Beden tamamen optimizasyon mantığına tâbi kılınmaktadır. Bu yüzden insan kendi bedenine yabancılaşmaktadır. İnsanın yuvası olmaktan ziyade ticari bir işletmeye dönüşmüştür. Bulimia ve anoreksiya bu gelişmenin patolojik görünümleridir” diye gayet sarih şekilde özetlemiş durumu Byung-Chul Han.

İşin erbabı, Anoreksiya Nervoza hastalarının yüzde 15-20’sinin açlıktan hayata veda ettiğini söylüyor. Daha garip olansa bu hastaların önemli bir kısmının bir deri bir kemik kalsa bile kilo alma saplantısından kendini kurtaramıyor oluşu. İnsanların ince görünmek için kendilerini nasıl bir psikolojik cenderenin içine mahkûm ettikleri herhalde bundan daha çarpıcı bir örnekle anlatılamaz.

Peki insanlar en başta bu yalana kendilerini neden bu kadar kolayca teslim ediyorlar. ‘Anoreksiya ve Blumia’ adıyla bir kitap yayınlayan Fransız psikiyatr Gerard Tixier çok kritik bir detaya dikkat çekiyor kitabında:  

“Güçlü görünen bir gencin içinde ciddi bir kırılganlık saklı olabilir.”  

Bu hayati derecede önemli bir nokta… Bugün bu kırılganlıklar vahşi kapitalizmin üzerinde oyunlar oynadığı en kaypak zemini oluşturuyor. Para kazanmak üzere üretilmiş her küresel üründe, insanın bu zayıflıkları tükenmez bir kaynak olarak görülüyor. Bu zayıflık madeninin ne kadar verimli işletildiği dev küresel şirketlerin ve markaların cirolarından rahatlıkla görülebilir.

Bir insanın bütünlüğünü bozabilir ve kendisiyle barışıklığını ortadan kaldırabilirseniz onu kendi işe yaramazlığına, eksikliğine, yanlışlığına, yakışıksızlığına, renksizliğine rahatlıkla inandırabilirsiniz. Kendi bütünlüğünü ve kendinden razılığını yitiren her insan, mükemmellik tuzaklarına düşmeye namzettir. Her an kendisine dikte edilen açıklarını kapamak için can havliyle çırpınmaya başlayacak, önüne konan her çareye çaresizce sarılacaktır. Denize ‘düşürülen’in yılana sarılmasında herhalde şaşırılacak bir şey yoktur.

Durum istisnai olmaktan çıkalı çok oldu; hepimiz bir yanımızla az ya da çok bu mükemmellik tuzaklarına düşmüş vaziyetteyiz. Zarar görmekten, incinmekten, kötü, yanlış, çirkin, sıradan hissetmekten, bütün bunlarla mutsuz olup kendimizle aramızı soğutmaktan hepimizin payına düşen bir şeyler var. Ama kimimiz için bu tuzaklar çok daha tehlikeli, hatta ölümcül olabiliyor. Başkalarının gözündeki yerimizi kendi iç bütünlüğümüzden vazgeçecek kadar önemserken, kendi hayatımızı, kendi hayatımızın özgün hal ve güzelliklerini kaybetmeyi kolayca göze alıyoruz.

Kafaları değiştirmek, hayata bakışımızı çok daha doğru değerlerle yeniden inşa etmek dışında bir seçeneğimiz yok. Güzeli, iyiyi, yakışanı, erdemli olanı, takdir edileni bulmak için pazara, vitrine, tezgahlara değil, hakikatin kaynağına bakmak gerektiğini hatırlamak şart… Bu aslında modernliğin üstümüze sardığı her türlü melanetin de yegâne çaresi…  

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.