İsrail Tehdidi ve Arap Orta Doğu’sunda Kolektif Savunma Arayışları

15.09.2025 - 15:11 | Son Güncellenme: 15.09.2025 - 15:15
İsrail’in Katar’a yönelik saldırısı, Arap ve Körfez ülkelerinin dış tehditler karşısında caydırıcılık kapasitesinin son derece sınırlı olduğunu göstererek bölge güvenlik mimarisindeki büyük açığı bir kez daha gözler önüne serdi. Bu bağlamda, bugün Doha’da yapılacak İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT)-Arap Birliği Olağanüstü Ortak Zirvesi toplantısında Mısır’ın “kolektif savunma” mekanizmasına dair bir öneri sunacağına ilişkin haberler, yaklaşık bir asırdır süregelen Arap dünyasındaki kolektif savunma arayışının yeniden gündemin ön sıralarına çıktığını gösteriyor.
1945 sonrası dönemde küresel düzeyde Soğuk Savaş yaşanırken Arap dünyası birçok sıcak savaşa ve iç çatışmaya sahne oldu ve bu süreçte kolektif savunma girişimleri sıkça gündeme geldi. 1945’te kurulan Arap Birliği’nin sözleşmesine kolektif savunmaya ilişkin bir maddenin eklenmesi, 1980’lerde Körfez İşbirliği Konseyi bünyesinde ortak bir savunma gücü oluşturulması tartışmaları ve nihayet 2015 yılında Muhammed bin Selman’ın İslam Ordusu girişimi kolektif savunmaya dair önemli girişlimler olarak kaydedilebilir. Arap Orta Doğu’sunda kolektif savunmaya dair tüm bu girişimler yapısal engeller ve siyasi bölünmüşlük nedeniyle bugüne kadar hayata geçirilemedi. Bölgede geçmişte kolektif savunmayı engelleyen yapısal sorunlarda anlamlı bir değişim yaşanmadan ne günümüzde ne de gelecekte kolektif savunma girişimlerinin başarı şansının oldukça sınırlı olacaktır.
Kolektif savunma arayışları ve tarihsel deneyimler
Orta Doğu’da Osmanlı çağı sonrası İngiliz ve Fransız mandaları altında uzun yıllar kalan Arap ve Körfez ülkeleri, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra hem içeriden kaynaklanan tehditlerle hem de dış müdahalelerle karşı karşıya kaldılar. Bu durum, bölgede kolektif savunma fikrinin doğuşuna zemin hazırladı. Arap Orta Doğu’sunda tarihsel süreçte kolektif savunma arayışlarının ortaya çıkmasında üç önemli faktör belirleyici oldu.
İlk olarak, Balfour Deklarasyonu sonrasında İngiltere’nin desteğiyle bölgede bir “Yahudi yurdu” kurulması fikri, Arap ülkelerinde derin bir güvensizlik kaynağı haline geldi. 1948’de İsrail’in kurulması ve ardından izlediği yayılmacı strateji ise Arap Orta Doğu’sunda ortak bir güvenlik şemsiyesi altında birleşme ihtiyacını daha da görünür kıldı. Kolektif savunma arayışının aynı zamanda bölgesel savunmayı garanti altına alarak yabancı güçlerin bölge ülkelerinde asker bulundurmasını engellemesi de bekleniyordu. Çünkü bu dönemde ABD ve İngiltere öncülüğünde, komuta ve kontrolün bu ülkelerde olduğu, bir savunma örgütü kurma fikri hâkimdi. Bu çerçevede, 1950 yılında Arap Birliği üyeleri “Ortak Savunma ve İşbirliği Anlaşması”nı imzalayarak NATO benzeri bir savunma örgütü kurmayı denediler. Söz konusu girişimin temel amacı, İsrail’in yayılmacı politikaları karşısında güçlü bir askeri caydırıcılık oluşturmak, bölgesel güvenliği bölge ülkeleri eliyle sağlayarak yabancıların askeri varlığını azaltmak ve bölgesel dayanışmayı kurumsallaştırmaktı. Ancak bu girişim kağıt üstünde kaldı ve sahada asla bir gerçekliğe dönüşemedi.
İkinci olarak, 1980’li yıllarda Saddam liderliğindeki Irak’ın bölgesel hegemonya arayışı ve Humeyni liderliğindeki İran’ın devrim ihracı politikası, Körfez’de güvenliğe ilişkin yeni arayışların ortaya çıkmasına neden oldu. Dönemin bölgesel güç dengelerinde en büyük askeri kapasiteye sahip devlet olan Irak’ın Kuveyt üzerindeki toprak iddiaları, İran ile sekiz yıl süren yıpratıcı savaş ve Körfez enerji kaynaklarını tek başına denetleme yönündeki hırsları, Körfez monarşileri açısından varoluşsal bir güvenlik tehdidi doğurdu. Aynı dönemde İran, devrim ihracı politikası doğrultusunda Körfez’deki Şii toplulukları isyana teşvik eden bir siyaset izledi. Bu durum, Körfez monarşileri açısından dışsal tehditlerin yanı sıra içeriden kaynaklanan yeni bir güvenlik riskini de ortaya çıkardı.
Bu bağlamda 1981’de kurulan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK), resmi söyleminde ekonomik, kültürel ve sosyal işbirliğini öne çıkarmasına rağmen, aslında üye ülkelerin zihninde tek bir öncelik vardı; İran ve Irak gibi askeri-endüstriyel kapasitesi yüksek devletler karşısında ortak bir güvenlik mekanizması geliştirmek. Gerçekte güvenlik kaygıları tarafından şekillendirilen KİK, üye ülkeler arasındaki stratejik öncelik farklılıkları ve karşılıklı güvensizlik nedeniyle kolektif güvenlik vizyonunu hiçbir zaman tam anlamıyla hayata geçiremedi.
Son olarak, İran’ın 2000 sonrası dönemde vekil örgütler aracılığıyla, daha sonra “Şii Hilali” olarak adlandırılan yayılmacı siyaseti, Arap devletlerinin kolektif savunma arayışını yeniden canlandıran önemli bir dinamik olarak öne çıktı. Muhammed bin Selman’ın Suudi politik sisteminde yükselen etkisiyle birlikte, Suudi Arabistan öncülüğünde bölgesel savunma girişimleri ve askeri paktlar önemli bir gündem olmaya başladı. Bu kapsamda, Arap ülkelerinin katılımıyla kurulması planlanan “Arap NATO’su”, Sünni Müslüman ülkelerinin iştirakiyle oluşturulması planlanan “İslam Ordusu” ve KİK üyelerinin katılımıyla planlanan “Yarımada Kalkanı Gücü” gibi üç farklı kolektif savunma girişimi ortaya kondu. Ancak Suudi Arabistan’ın liderliğinde yürütülen her üç girişimde kurumsal bir yapıya dönüşemeyerek başarısız oldu.
Arap Orta Doğu’sunda kolektif savunmanın krizi
Son yüz yılda çok sayıda kolektif savunma girişimine sahne olan Arap Orta Doğu’sunda bu alanda hiçbir kayda değer başarının ortaya çıkmaması üzerinde düşünmeye değer bir konu. Temelde bölgede kolektif savunmayı engelleyen üç temel faktör bulunuyor.
Bölgede kolektif güvenliğin önündeki en önemli engel bölge ülkeleri arasındaki derin rekabettir. Bölge ülkeleri kuruldukları günden beri kimi zaman varoluşsal düşmanlığa kadar varabilen bir rekabet içerisinde bulunuyor. Haşimi monarşileri tarafından yönetilen Irak ve Ürdün ile Suudi Arabistan arasındaki tarihsel rekabet, Sovyet etkisindeki Baasçı ve Pan-Arabist rejimler ile Batı ile ılımlı ilişkiler kuran ülkeler arasındaki çekişmeler ve Suudi Arabistan’ın Körfez bölgesini kendi nüfuz alanı olarak görerek küçük Körfez şeyhliklerini kontrol etme siyaseti, bu rekabetin bazı somut örnekleridir. Günümüzde Doha ile güçlü dayanışma mesajı veren Suudi Arabistan, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkelerin 2014 ve 2017 yıllarında Katar’a uyguladığı kara, deniz ve hava ablukası ve olası işgal planlarını unutmak mümkün mü?
Bölgede kolektif güvenliğin önündeki en önemli ikinci engel, tüm bölgeyi kapsayacak ölçekte bir bölgesel hegemonya kurabilecek kapasitede bir devletin yokluğudur. Orta Doğu, I. Dünya Savaşı sonrasında küresel güçler tarafından yapılandırılırken, bölge genelinde Batı’ya meydan okuyamayacak kadar zayıf ve parçalı, bölge dışından gelen rakip güçlerin müdahalesine karşı koyabilecek ölçüde güçlü bir yapıda inşa edildi. Bu yapısal durum, bölge ülkelerinin güçlü bir merkezî güç etrafında birleşmesini zorlaştırdığı gibi, kendi aralarında yakın işbirliği kurarak etkin bir ittifak oluşturma imkânını da sınırlıyor. Kolektif savunmanın önündeki bu yapısal engel, bölge ülkelerinin savunma kapasitesini bütüncül bir biçimde organize etmelerini fiilen engelleyen önemli bir husustur.
Bölgede kolektif savunmanın önündeki sonuncu engel, tehdit algısı arasındaki derin uçurumdan kaynaklanan kolektif savunmaya ilişkin Arap ülkelerinin vizyon farklılıklarıdır. Örneğin, Suudi Arabistan kolektif savunmayı İran ve Irak kaynaklı tehditlere karşı bir caydırıcılık aracı olarak görürken, Mısır bunu öncelikle İsrail’in saldırgan politikalarına ve hem Orta Doğu hem de Afrika’daki hegemonya girişimlerine karşı bir denge mekanizması olarak değerlendiriyor. Mısır’ın Yemen’den algıladığı tehditle Suudi Arabistan’ın Yemen’den algıladığı tehdit arasında, Suudi Arabistan’ın İran’dan algıladığı tehditle ile Mısır’ın İran’dan algıladığı tehdit arasında da belirgin bir uçurum bulunuyor. Benzer şekilde diğer Körfez ve Arap ülkeleri de kendi güvenlik önceliklerini ulusal çıkar ve tarihsel deneyimlerine göre şekillendiriyor. Ülkelerin tehdit algıları arasındaki bu uçurum, ortak tehdit tanımlamayı ve bu tehdit karşısında koordineli bir strateji geliştirmeyi imkânsız kılarak bölgesel caydırıcılık kapasitesinin düşük kalmasına yol açıyor.
Arap Orta Doğu’sunda bağımsız devlet sistemi kadar eski bir geçmişe sahip olan kolektif savunma arayışları, bugüne kadar kayda değer bir başarı elde edemedi. Bölge ülkelerinin birçok ortak değere rağmen güvenlik alanında etkin bir işbirliği geliştirememelerinin üç temel nedeni bulunuyor; Arap ülkeleri arasındaki rekabet, bölgenin parçalı yapısı ve güvenliğe dair vizyon farklılıkları. İsrail’in Doha’ya yönelik saldırıları sonrasında özellikle Mısır ve Ürdün’de yoğun şekilde hissedilen İsrail tehdidi, kolektif güvenlik arayışına dair eski hikâyeyi yeniden gündemin ön sıralarına taşımış durumda. Ancak, bölge ülkeleri arasındaki derin vizyon farklılıkları ve tarihsel rekabet, kolektif savunma girişimlerini akamete uğratan önemli bir engel olarak günümüzde de varlığını sürdürüyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.





