İsrail Kriterinde Bölge Siyaseti: Suriye Sahnesine Bakış


Orta Doğu’daki herhangi bir siyasi değişimi değerlendirirken, İsrail’i denklemde temel bir kriter olarak konumlandırmadan gerçek sonuçları anlamak mümkün değildir.
İsrail sadece bölgesel bir aktör değil, çatışmalar ve ittifakların doğasını belirleyen, büyük güçler ve yerel aktörlerin stratejik yönlerini ortaya koyan ana bir eksendir.
Batılı güçler adına bölgemizde polis rolü oynayan İsrail, daha çok Batı’nın bölgedeki çıkarlarını korumak için çalışan gelişmiş bir askeri üs gibidir.
Bu bağlamda, Beşşar Esed rejiminin düşmesinin ardından Suriye’de yaşanan son gelişmeler, Suriye devriminin başarısı ve Ahmed Şara’nın Cumhurbaşkanı olması, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın iş birliği yapmasının ve İsrail’in arzusunun aksine Şam’da iktidar geçişinin başarılı olması için çabalarını yoğunlaştırmasının yolunu açtı.

Ahmed Şara hükümeti, bölgesel ve uluslararası değişimlerden faydalanarak, İsrail ile yaşanan ihtilafı bir saha çatışmasından siyasi bir mücadeleye dönüştürmeyi başardı.
Bu değişim, özellikle Beşşar Esed ve İranlı milislerle yıllar süren savaşın ardından Suriye’yi yeniden inşa etmek ve devrimden sonra yeni rejimi istikrara kavuşturmak için zaman kazanmayı amaçlıyor.
Ancak İsrail, zamanın kendi lehine olmadığının gayet farkında. Suriye’nin güçlü bir merkezi hükümet altında istikrara kavuşma şansı ne kadar artarsa, İsrail’in güvenliğine yönelik uzun vadeli tehdit de o kadar artar.
Bu nedenle, İsrail’in Suriye’nin yeniden inşası veya bölgesel rolünün güçlendirilmesi yönündeki çabaları engellemek için çalışması beklenen bir şey.
Eski Genelkurmay Başkanı ve İsrail’de son on yılda ulusal güvenlik ve askeri doktrin konusunda en önemli teorisyenlerden biri olan Gadi Eisenkot’un daha önce dikkat çektiği şey buydu.
Eisenkot, Suriye ve Mısır’ı, bir rejim değişikliği olması ve güçlü bir hükümetin göreve gelip yaklaşık beş yıl iktidarda kalması durumunda ilk tehdit olacak ülkeler olarak tanımlamıştı.
Suriye-Türkiye-Suudi Arabistan üçgeni: Esed sonrası Suriye’nin geleceğine ilişkin bölgesel vizyonda benzerlik
Ahmed Şara ve hükümeti, Suriye’yi bölgesel çıkarlar denkleminin merkezine koyan ve bu sayede Suriye ve Lübnan’daki İran nüfuzunun zayıflatılacağı dengeli bir siyasi söylem ortaya koymaya çalıştı.
Bu durum hem Türkiye, hem de Suudi Arabistan’daki karar alıcıların, yeni Suriye hükümetini bölgesel bir değişim yaratmak için büyük bir fırsat olarak görmelerine neden oldu. Her iki ülke de bu denklem içerisinde yeni Şam hükümetinin istikrarını korumak ve güvence altına almak için çalıştı.
Öte yandan, ABD’nin İran’ın nüfuzunu zayıflatma konusundaki ana hedefi, yeni Suriye hükümetini istikrara kavuşturma denklemiyle örtüşerek, bölgesel güçlerin (Suudi Arabistan ve Türkiye) ve uluslararası güçlerin (ABD, İsrail ve bazı Avrupa ülkeleri) kısmen hemfikir olduğu ortak hedefler oluşturdu.
Ancak vizyon düzeyindeki bu anlayışa rağmen, bir yanda İsrail ile diğer yanda Suudi Arabistan ve Türkiye arasında özellikle saha vizyonu açısından önemli ve temel farklılıklar bulunuyor.
Yine de bu kesişme noktası, bölgesel ittifakların kırılganlığına bağlı olduğu için değişebilir.
Örneğin Şam, Ankara ve Riyad arasındaki ilişkilerde yaşanacak herhangi bir bozulma, Suriye’yi yeniden kargaşaya sürükleyebilir ve İsrail de bu durumdan yararlanarak yeni oluşan istikrarı baltalayabilir.
İsrail’in vizyonu, mezhepsel bölünmeyle Suriye’yi parçalamak ve zayıflatmak üzerine kurulu
İsrail, güvenlik perspektifinde Çevre Doktrininde temsil edilen bir stratejik bir vizyon benimsiyor.
Bu vizyonla İsrail, güvenliği ve siyasi hegemonyasını sağlamak için azınlıkları kullanarak bölgenin jeopolitik haritasını yeniden şekillendirmeyi, güçlü merkezi devletleri parçalayıp zayıflatmayı ve onları birbiriyle çatışan mezhepsel ve etnik oluşumlara dönüştürmeyi amaçlıyor.
Bu perspektiften bakıldığında İsrail, Suriye’yi Mısır ve Irak’la birlikte bu stratejinin ana hedefleri arasına yerleştiriyor.
Çünkü İsrail, bu ülkeleri mezhepsel (Aleviler ve Dürziler), etnik (Kürtler) ve dini (Hristiyanlar) bölünmelere dayalı zayıf devletlere dönüştürmeyi ve böylece kendi çıkarlarını tehdit eden uyumlu bir devlet olarak birleşme kabiliyetlerini ortadan kaldırmayı hedefliyor.
Belki de Sudan, Irak ve özellikle Lübnan’da yaşananlar bu stratejinin uygulanmasına ilişkin net bir örnektir.
İsrail bu strateji aracılığıyla, Lübnan’ın güneyindeki Hristiyanları kışkırtarak ve silahlandırarak kırılgan mezhep sistemini güçlendirmeyi başardı. Lübnan’ı iç çatışma ve çekişme arenasına dönüştürdü, böylece ülkeyi ve olayların gidişatını kontrol etmesi kolaylaştı.

Mezhepsel parçalanma sadece bir devletin iç yapısını zayıflatmakla kalmaz, aynı zamanda onu güçlü kurumlar inşa etmek veya birleşik bir ulusal proje geliştirmek yerine, kaynakların anlaşmazlıkları yönetmeye harcandığı gergin bir alana dönüştürür.
İsrail’in bu yaklaşımdan elde ettiği fayda, komşularından gelebilecek potansiyel tehditleri etkisiz hale getirmektir. Böylece parçalanmış devletler düzenli ordular geliştiremez, bağımsız dış politikalar benimseyemez ve iç çatışmaları onları İsrail’e karşı herhangi bir eylemden uzak tutar.
Buna ek olarak, küçük oluşumların varlığı ister belirli grupları destekleyerek, ister taktiksel kazanımlar için farklılıkları istismar ederek olsun, “böl ve yönet” politikaları yoluyla onlarla ayrı ayrı başa çıkmayı kolaylaştırır.
Tarihsel olarak İsrail bölgedeki bölünmelerden faydalandı ve bugün Suriye, özellikle Hafız Esed ve oğlu Beşşar Esed’in onlarca yıllık otoriter yönetiminin ardından merkezi devletin zayıflamasıyla bu modeli uygulamak için ideal bir ortam gibi görünüyor.
İsrail, merkezi otoriteyi zayıflatmak, iç çatışmaları uzatmak ve bölgeyi dış etkilerin insafına bırakmak için başta Dürziler ve Kürtler olmak üzere bazı gruplarla iş birliği yaparak stratejisini derinleştiriyor.
Böylece yaratılan kaos, komşularının istikrarı pahasına İsrail’in güvenliğini sağlamanın bir aracı haline geliyor.
ABD-İsrail ayrışması: Vizyonlar değil, öncelikler farklı
ABD ve İsrail büyük stratejik hedefler konusunda hemfikir olsalar da öncelikleri arasındaki uçurum, bölgesel ve küresel sorunlarla başa çıkma konusunda net bir ayrışma olduğunu gösteriyor.
ABD, küresel hegemonyasına yönelik büyük bir tehdit olarak yükselen Çin ile yüzleşmeye odaklanıyor ve jeopolitik rekabete kaynak ayırmak için Orta Doğu’daki gerilimi azaltmaya çalışıyor.
İsrail ise, İran ve Filistin konularında olduğu gibi güç dengesini zorla değiştirme noktasına varabilecek proaktif politikalarla bölgesel haritayı yeniden şekillendirmek istiyor.
Bu durum, her bir devletin faaliyet gösterdiği bağlamlardaki farklılığı yansıtıyor. ABD birbiriyle bağlantılı küresel bir çerçevede faaliyet gösterirken, İsrail dar bölgesel güvenlik hesaplarına dalıyor.
Bölgesel durum, ekonomik ve askeri baskılar sonucunda Hamas ve Hizbullah gibi direniş hareketlerinin göreceli olarak gerilemesine tanıklık ediyor, ancak bu gerileme İsrail’in istediği radikal değişikliklerin gerçekleşmesini kolaylaştırmıyor.

Buna ek olarak, Yemen’deki Husi grubunun İsrail’in iç bölgelerine doğrudan saldırılar düzenlemesi, direniş hareketleri meselesini çözme varsayımını sorgulanır hale getirdi.
Diğer yandan, İsrail’in yerleşim birimlerini genişletme, soykırım politikasını yaygınlaştırma ve hatta kendi coğrafi toprakları dışında doğrudan askeri saldırılar düzenlemesi gibi “oldu bittileri” dayatma girişimleri, onu uluslararası alanda yalnızlığa itiyor.
Bu durum, ABD’nin küresel gündemlerine hizmet eden geçici bir istikrara yönelik öncelikleri ve hatta Rusya’nın yayılmasından korkan Avrupa ülkelerinin öncelikleriyle çatışan, İsrail’in taktik sorununu ortaya koyuyor.
Tüm bunlara bir de Trump ile Netanyahu arasında liderlik düzeyinde yaşanan gerginlikler ekleniyor.
Bu gerginlik, Netanyahu’nun, görevden alınan ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Waltz ve yardımcısı Alex Wong ile İran topraklarına saldırı düzenlemek ve Suriye’yi yaptırımların ağırlığı altında bırakmak amacıyla koordinasyon sağlamasından kaynaklandı.
Trump’ın Suudi Arabistan ziyareti sırasında Suriye’ye yönelik yaptırımların kaldırıldığını açıklaması, Suriye’de istikrarı desteklemek için Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar tarafından yürütülen çabaların bir sonucudur.
Bu durum aynı zamanda, Trump’ın bölgeye yaptığı ziyaret sırasında Körfez ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirmeyi uman İsrail’in bölgesel izolasyonunu arttırdı.
Öte yandan, önceliklerdeki belirgin ayrışmaya rağmen, ABD-İsrail ilişkisi derin stratejik hesaplar tarafından yönetilmeye devam ediyor.
Bu bağlamda Washington, bölgenin kalbinde bir istihbarat ve askeri müttefik olarak İsrail’e güveniyor, Tel Aviv ise niteliksel üstünlüğünü garantilemek için ABD’nin desteğine ihtiyaç duyuyor.
Ancak en büyük zorluk, çetrefilli konuları yönetmek için özellikle Türkiye gibi bölgesel aktörlere duyulan güvenin artmasıyla birlikte, taktiksel anlaşmazlıkları stratejik yansımalar olmadan yönetmekte yatıyor. Bu durum öngörülebilir gelecekte geleneksel ittifakları yeniden şekillendirebilir.
Altını çizmek gerekir ki, Türkiye bugün başta Rusya-Ukrayna barışı olmak üzere uluslararası müzakerelere ve konulara liderlik ediyor, aynı zamanda İran’ın Avrupa ve ABD ile yaptığı nükleer anlaşmaya da aracılık yapıyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.