HTŞ’nin Dönüşümü: Cihattan Siyasete Uzanan Yol


Muhammed Colani, Suriye sahnesinin en uç noktalarından merkezine doğru hareket ederken, kendisine “Komutan Ahmed Şara” denmesine yol açan düşünce yapısındaki büyük dönüşüme dair kafa karıştırıcı bir soruyu akıllara getirdi. Özellikle Heyet Tahrir Şam (HTŞ) Suriye'deki çatışmanın bir tarafı olmaktan çıkıp Esed rejimini devirerek devrimin önemli bir aktörü haline geldi. Peki bu değişim, silahlı İslamcı örgütlerin seyrinde nasıl bir gelişmeyi temsil ediyor? Suriye bağlamı ile genel olarak İslamcı cihatçı hareketler üzerinde nasıl bir etkiye neden oldu?

Jerome Drevon’in, “Cihattan Siyasete: Suriyeli Cihatçılar Siyaseti Nasıl Benimsedi?” kitabı
Bu durum, Suriye Askeri Operasyonlar Dairesi ve dairenin lideri Şara’nın siyasi ve pragmatik sinyallerinin yanı sıra bu dönüşümlerin ciddiyeti ve motivasyonları konusunda soru işaretlerine kapı araladı. Aynı zamanda bu yükselişin ve beraberindeki dönüşümlerin, silahlı İslamcı gruplarla uluslararası toplum arasında yeni bir yaklaşıma kapı açıp açmayacağı sorusu ortaya çıktı. Uluslararası Kriz Grubu’nun (ICG) Cihat ve Modern Çatışma programında kıdemli analist olan Jerome Drevon, “Cihattan Siyasete: Suriyeli Cihatçılar Siyaseti Nasıl Benimsedi?” isimli kitabında, cihatçıların Suriye’deki siyasallaşma süreçlerine değindi. Drevon, yazdığı kitapta, diğer cihatçı gruplara kıyasla HTŞ’nin yükseliş nedenlerini, Suriye’deki bu silahlı cihatçı grupların performanslarının evrimini inceleyen bir çalışmaya dayandırarak açıkladı. Bu bağlamda, Nusra Cephesi’nden ortaya çıkan HTŞ ile Suriye devriminin ilk yıllarındaki en büyük silahlı İslamcı hareket olan Ahraru’ş Şam modellerine odaklandı.
Cihatçı hareketler ve Suriye’deki çatışmanın anlaşılmasına yönelik teorik ve epistemolojik katkılar sağlayan kitap, İslamcı gruplara yönelik Batılı yaklaşımlardaki çelişkilerin tartışılmasına olanak sağladığı için oldukça önemli görülüyor. Söz konusu kitap, iki örgütün askeri, siyasi ve dini liderleriyle, başta artık Ahmed Şara olarak bilinen HTŞ lideri Colani olmak üzere, grubun dini liderleri Ebu Abdullah El-Şami, Abdurrahim Atun ve Mazhar El-Veys ve Ahraru’ş Şam hareketinin kurucularından Ebu Enes olarak da bilinen Halid Abdulvali ile yapılan uzun röportajlara dayanıyor. Drevon, kanaat önderleri, toplum liderleri ve Suriyeli çeşitli şahsiyetlerle yapılan görüşmelere ek olarak açık kaynaklardan; her iki örgütün yayınları, cihatçı hareketler ve çatışma çalışmalarıyla ilgili literatürden de yararlandı. Kitap, Suriye devriminden önceki İslami faaliyetlerin ve o dönemde İslami hareketlerin yükselişinin ayrıntılı bir anlatımını sunuyor. Drevon tezinde, silahlı hareketlerin doğuşu ve siyasallaşması; iç kurumsallaşma yönelmeleri ile alakalı olduğunu savunuyor. İç kurumsallaşma daha çok kurumsallaşmaya dayalı bir yaklaşımken dış kurumsallaşma ise diğer gruplar ve aktörlerle olan ilişkilerle alakalıdır. Bu iki yönelmelerin etkileşimi neticesinde, silahlı grupların bir siyasi yaklaşım benimsemelerini anlamak için bir model sunuyor. Bu analitik modele göre Drevon, İslamcı silahlı grupların potansiyel gelişimi için iç ve dış kurumsallaşma derecesine göre dört model öneriyor ve bu modellerin genel olarak silahlı grupların; özel olarak da cihatçı grupların yürüdüğü farklı yolları açıklamaya yardımcı olduğuna inanıyor. Buna göre birinci model, bu hareketlerin iç ve dış kurumsallaşmasında başarılı olmasının dayanışmaya yol açtığını ve bu grupların siyasallaşma olasılığını artırdığını varsayıyor. Bu durum aslında HTŞ ve Ahraru’ş Şam hareketinde yaşanmıştı.

Örgüt içi stratejiler
Bünyesindeki iç denetimin olmadığı dış kurumsallaşmalar, devrimin başında Suriye rejim ordusundan ayrılanlar tarafından kurulan ve birçok silahlı grubu içeren Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) bünyesindeki bazı gruplarda olduğu gibi silahlı militanların dış partilerin vekil grupları haline gelmesiyle sonuçlanabilir. Buna karşılık, dışarıdan destek almadan iç kurumsallaşmanın olması da bu grupların izole olmasına ve kendi içine kapanmasına yol açabilir. Bu durumda da IŞİD örneğinde olduğu gibi radikalleşme olasılığı artabilir. İç ve dış kurumsallaşmanın yetersizliği, bu grupların dağılmasına; bazı üyelerinin suç faaliyetlerine yönelme olasılığına da neden olabilir.
Drevon, 2011’de başlayan Suriye devrimini kronolojik sırayla anlatıyor. Barışçıl yapısı, silahlanması, farklı yönelimleri, karşılıklı ilişkileri ve dış temasları olan askeri grupların oluşumuyla başlayarak, bu grupların 2019’da İdlib ve Halep’in kuzeyindeki bölgelerde kalan çatışmasızlık alanından çekilmesine kadar olan süreci ele alıyor. Kitap ayrıca, Suriye devrimindeki silahlı İslamcı grupların örgütsel gelişimine dair iki farklı anlatı sunuyor. Buna göre Ahraru’ş Şam, Suriye’nin farklı bölgelerinden, özellikle devrimi destekleyen toplumsal çevreden grupları bir araya getiren bir çatı örgüt olarak başlarken; çeşitli grupların liderlikleri arasındaki devrim öncesi bağlara dayalı ortak eylemi ve iç uyumu teşvik etmeyi amaçlayan yatay bir düzenlemeye sahipti. HTŞ ise başlangıçta Nusra Cephesi olarak faaliyete geçti. Suriye’de kapalı, gizli bir örgüt olarak hareket eden örgüt, daha sonra İdlib’de Fetih eş-Şam Cephesi’ne; daha sonra da HTŞ’ye dönüştü. Kitapta, HTŞ’nin Ahraru’ş Şam hareketine karşı mücadelesindeki gücün açıklanmasına yönelik ikilem ve sahada başarılı olup iktidara gelmesindeki nedenler vurgulanıyor.

2013 yılında örgütün ana oluşumu olan Nusra Cephesi zulüm gören ve dışlanmış bir grup iken, Ahraru’ş Şam hareketi Suriye’nin geniş alanlarını kontrol ediyordu. Drevon, Ahraru’ş Şam’ın devrimin ilk yıllarındaki erken başarısını devrimden kısa bir süre sonra birleşmeye başlayan, sosyal İslamcı hareketle bağlantılı merkezi olmayan, çok ağlı örgütsel yapısı sayesinde elde ettiğinin altını çizdi. Buna karşılık Nusra Cephesi ise gücü, üst düzey liderliğinin; özellikle de "liderinin ve yakın yardımcılarının elinde" yoğunlaştırarak dikey bir seferberlik yaklaşımı benimsedi.
Cihat örgütlerinin ve liderlerin dönüşümü
Drevon, yazdığı eserde, HTŞ ve Ahraru’ş Şam’ın siyasi davranışlarının evrimini ve her iki hareketin liderlerini ideolojik ve siyasi gelişimlerine ilişkin diğer kişilerin tanıklıklarına dayanarak karşılaştırdı. Söz konusu araştırmanın verilerine göre, her iki grubun yolları karşılaştırıldığında çelişkili bir sonuç ortaya çıktı. HTŞ’ye kıyasla daha iyi bir siyasallaşma potansiyeline sahip olmasına rağmen, Ahraru’ş Şam hedeflerine ulaşmakta başarısız oldu. Drevon bunu, Ahrar’uş Şam’ın zayıf iç kurumsallaşması liderleri arasındaki farklı görüşlere ve özellikle 2014’te liderlerinin öldürülmesinden sonra kendisini güç kullanarak kabul ettirmek yerine uzlaşı arayışına girmesine bağladı. Bu durum, grubun tutarlı kurumsallaşma yapısı ve muhalefeti kontrol altına alma ve iç safları birleştirme kararları alma becerisiyle çelişiyor.
Söz konusu kitabında Drevon, “İronik bir şekilde Nusra Cephesi HTŞ’ye dönüşmesinin ardından kendi siyasi pozisyonlarını meşrulaştırmak için Ahraru’ş Şam’ın söylemine benzer bir dini ve siyasi söylem benimsedi. Belki de HTŞ, söylem düzeyinde Ahraru’ş Şam’ın başladığı noktayı tamamladı.” ifadelerini kullandı. Silahlı cihatçı hareketlerin siyasallaşmasını anlamak için özellikle dış örgütsel modellere odaklanmak önemli olmakla birlikte, bu hareketleri Suriye çatışması bağlamına yerleştirmek de faydalı olacaktır. Özellikle siyasallaşma sürecini, Drevon’un ayrıntı vermediği, siyasallaşmaya yönelik örgütsel arzu ile bu eğilimi siyasal angajman yoluyla teşvik etmeye ve güçlendirmeye yönelik dışsal bir yaklaşım arasındaki etkileşimin bir sonucu olarak ele alırsak...
Bu hareketlerin faaliyetlerinin, Arap Baharı’nın bir uzantısı olan Suriye devrimi bağlamında gelişmesi ve Batı’nın İran’ı kuşatarak Rus nüfuzunu zayıflatma mücadelesinin "jeopolitik" boyutunun ortaya çıkması, söz konusu silahlı grupların bu yönde genişlemesine olanak sağlayan bir siyasal alan oluşturdu. Bu kapsamda, Batılı ülkelerin Suriye rejimine ve onun İranlı-Rus destekçilerine karşı kurduğu ittifak bu grupların siyasallaşmasında önemli bir rol oynadı. Ancak bu fırsatı değerlendirme seçeneği, ÖSO’dan IŞİD’e kadar farklı kurumsallaşma ve siyasallaşma kalıplarını benimseyen Suriye’deki silahlı gruplarının kendi tercihlerine bağlı kaldı. Suriye bağlamında, HTŞ’nin ortaya çıktığı Nusra Cephesi, El Kaide ile bağlantısı nedeniyle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) terör örgütleri listesine dahil edildi. HTŞ lideri Ebu Muhammed Colani de 2013 yılında BMGK tarafından ayrı bir listeye alındı. ABD ve bazı Avrupa ülkeleri de HTŞ’yi terör örgütü olarak tanımladı.
BMGK kararları ve HTŞ’nin meşruiyet arayışı
BMGK’nın Suriye’ye ilişkin 2015 tarihli 2254 sayılı kararı, Nusra Cephesi’nin terörist olarak tanımlandığını teyit ederken, BMGK Sınıflandırma Komitesi’nin Temmuz 2024 tarihli raporunda da HTŞ’nin Nusra Cephesi’nin bir uzantısı olduğu ifade edildi. Ancak örgütün siyasallaşması ve davranışlarındaki değişiklikler göz önüne alındığında, HTŞ’nin terör örgütleri listesinden çıkarılması ihtimali birçok karar verici çevrelerde tartışılıyor. HTŞ’nin BMGK’nın listesinden çıkarılması -ki bu bir üye devletin önerisini gerektiriyor- ya da örgütün kendisini feshetmeye karar vermesi halinde ilgili diğer oluşumların listeye dahil edilmemesi, HTŞ’nin siyasallaşması ve Batı’nın Şam’daki yeni yönetime açık olması yönünde önemli bir adım olacaktır. Ancak siyasallaşma, Suriye bağlamında İslamcı hareketlerle başa çıkmanın çerçevesi olabilirken; izolasyon ve kuşatma, Filistin bağlamında İslami Direniş Hareketi (Hamas) örneğinde olduğu gibi diğer bağlamlarda İslamcı gruplarla başa çıkma yolu olabiliyor.

Hamas hem içeride hem dışarıda oldukça örgütlü olmasına, hareketin siyasallaşmasına, 2006 genel seçimlerine girip zafer kazanmasına, ardından 2017’de 1967 sınırları içinde bir devleti kabul ettiği siyasi belgesini yayınlamasına rağmen, Tareq Baconi’nin “Hamas Kontrol Altına Alındı: Filistin Direnişinin Yükselişi ve Pasifleştirilmesi” adlı kitabında yer alan tezine göre, uluslararası toplumun tepkisi açıklık değil; siyasi izolasyon oldu ve olmaya devam ediyor. BMGK, Hamas’ı terör örgütü olarak sınıflandırmasa da Batılı ülkeler Hamas’ı siyasi bir örgüt olarak değil, güvenlik perspektifinden ele almaya devam etti. Aynı durum, 7 Ekim 2023’ten sonra da geçerliydi. O tarihten itibaren birçok Batılı ülke Hamas ile ilişkilerini güvenlik perspektifiyle gerekçelendirdi.
İngiltere, ABD ve İsviçre’nin Hamas’ı terör örgütü olarak sınıflandırmak için çıkardıkları yasa, Suriye ve Filistin bağlamları arasındaki tezatı açıkça ortaya koyuyor. Hamas örneğinde olduğu gibi bazı ülkelerin sınıflandırması ile HTŞ’nin tüm dünya ülkeleri için otomatik olarak bağlayıcı olan BMGK tarafından sınıflandırması arasındaki farkı belirtmekte fayda var. Aynı bağlamda, silahlı çatışma ile rejimi devirme çabası aşamasında pek çok taraf için ortak çıkarı temsil edebilecek siyasal kesişim alanları yönetim aşamalarına geçişle birlikte değişebilir.
Suriye örneğinde, bir yandan HTŞ’nin kendi kendini politize etmesi ve liderliği arasındaki etkileşim, diğer yandan da yabancı ülkelerin örgütün iktidarına yönelik siyasal yaklaşımlarının derecesi örgütün önümüzdeki dönemde iktidarı ve dış dünyayla ilişkisini şekillendirecektir. Drevon, kitabında sadece iç ve dış kurumsallaşmaya ilişkin analitik modelini sunmakla kalmıyor, aynı zamanda Suriye’deki HTŞ ve Ahraru’ş Şam hareketlerinin evrimini de gözden geçiriyor. Kitabın “Suriye ve Cihadın Geleceği” başlıklı altıncı ve son bölümünde, 11 Eylül olaylarından bu yana cihatçı grupları ortadan kaldırmayı amaçlayan dışlayıcı bir yaklaşım benimseyen Batı’nın, bu gruplarla etkileşimine eleştirel bir bakış açısı sunuyor. Drevon, cihatçı hareketlerle güvenlik ilişkilerinde Batı’nın yaklaşımına yönelik eleştirisini, radikalizmin cihatçı grupların izleyebileceği tek yol olmadığını gösteren Suriye modeline dayandırıyor. Kitabında Drevon, yaygın söylemin aksine, HTŞ liderlerinin “özel görüşmelerinde siyaset bilimi ve uluslararası politikayı tartışmaya ve gerçekçi bir yaklaşım benimseyen siyasi aktörler olarak dünyayla etkileşime girmeye istekli olduklarını” vurguladı.
Kıdemli analist, Arap Baharı’nın cihatçı grupların genel gidişatında bir dönüm noktası olduğunu ve “İslam dünyasındaki cihatçı grupların stratejik önceliklerinde bir değişime" yol açtığını belirtmekte haklı görünüyor. Drevon ayrıca küresel cihadın sembolü olan El Kaide lideri Usame bin Ladin’in Mayıs 2011’de öldürülmesini cihatçı grupların önceliklerinde bir değişime yol açma olasılığına katkıda bulunduğuna inanıyor. Ancak Drevon, Nelly Lahoud’un “Bin Ladin Belgeleri: Abbottabad Baskını El Kaide Hakkındaki Gerçeği Nasıl Ortaya Çıkardı” adlı kitabına göre Bin Ladin’in Arap Baharı’nın başlamasından kısa bir süre sonra söylemini değiştirdiğini gözden kaçırmış görünüyor. Bu durum, Bin Ladin’in ölümünden kısa bir süre sonra kendisine atfedilen belgelerle de doğrulanıyor. İşte bu noktada, özellikle Arap Baharı sonrası genç kuşaktan birçok İslamcı arasında yaşanan bilişsel ve algısal gelişmelerdeki bu değişimi incelemenin önemi ortaya çıkıyor.
Bu bağlamda, Colani ve HTŞ’deki değişimleri anlatmak için belki de en uygun terim, “cihadın yerelleştirilmesi”; yani cihadın küresel olmaktan ziyade ulusal ve yerel hale getirilmesi, savaşın sadece ulusla sınırlandırılması ve cihadın küresel olduğu iddiasının terk edilmesidir. Bu durum, Colani’nin El-Kaide'den ayrılıp Suriye önceliklerini göz önünde bulundurarak Şam Fetih Cephesi’ni, ardından HTŞ’yi kurmasını ve en sonunda bu grubun dağıtılıp Suriye’de iktidara geçmesini açıklıyor. Cihadın yerelleştirilmesi, Hamas örneğinde olduğu gibi, siyasal İslamcı hareketlerin ulusal projenin önceliği olarak yerelleştirilmesiyle örtüşüyor.
Küreselden yerele dönüşen cihat anlayışı
Bu bağlamda, Drevon ve İslamcı gruplar konusunda araştırmacı olan Patrick Haenni, 2021 tarihli "Küresel Cihat Nasıl Yeniden Yerelleşiyor?” başlıklı makalelerinde, HTŞ’nin yaklaşımında küresel cihattan yerel cihada doğru bir kayma olduğuna vurgu yaptı. Diğer yandan Drevon kitabında birden fazla yerde, HTŞ’nin yeniden şekillendirilmesinde yerel hareketlerin rolüne atıfta bulundu. Ancak yaşanan dönüşüm, İdlib örneğinde olduğu gibi, sadece söylem ve davranışların yerel ortam ve koşullara uyacak şekilde yeniden şekillendirilmesi meselesi değil, daha ziyade, ulus-devletlerin temsil ettiği siyasal çerçeveler ve siyasal eylem öncelikleri içinde söylemin tavanını ve sınırlarını yeniden tanımlama meselesidir. Bu şimdiye kadar Şara’nın söylemi ve Şam’daki yeni yönetim için belirlediği önceliklerle tutarlıdır. Drevon kitabında, cihatçı gruplarla başa çıkma ve bu grupların davranışlarını etkilemek ve değiştirme yaklaşımı olarak, 11 Eylül 2001 olaylarından sonra güvenlik perspektifi ve terörle mücadele modelinin hakimiyeti altında meseleye yaklaşmak yerine, “siyasallaştırma” modelini önerdi. Kıdemli analist kitabını, Batılı ülkeleri, yerel cihatçı grupları siyasallaşmaya teşvik etmeye, yaklaşımlarını gözden geçirmeye ve Hamas gibi 2006’da Filistin parlamento seçimlerini kazandıktan sonra siyasi süreci benimseyen İslamcı gruplarla anlamlı bir ilişki kurmada başarısız olmaları gibi son 20 yılın deneyimlerinden ders çıkarmaya çağırarak sonlandırdı.

Diğer yandan, Taliban’ın Afganistan’da yeniden kontrolü sağlaması ve HTŞ’nin Suriye’de siyaset sahnesine çıkması, Batılı ülkelerin silahlı İslamcı gruplarla başa çıkma yaklaşımlarını gerçekçi bir perspektiften yeniden düşünmelerinin önünü açıyor. Bu durum, genel olarak Batı politikalarında ve özel olarak da dış politikada liberal değer boyutunun zayıflamasıyla daha da güçleniyor. Özellikle de bir dönem El Kaide’ye biat eden Colani’nin Nusra Cephesi’nden Şam’daki Halk Sarayı’nda BM elçileri ve uluslararası heyetleri kabul eden bir lider olan Ahmed Şara’ya dönüşmesi örneğinde olduğu gibi, cihatçı gruplarda meydana gelen dönüşümler göz önünde bulundurulduğunda benzer şekilde, Afganistan ve Suriye’dekiler gibi yerel cihatçı gruplar istikrarı sağlama yeteneklerini kanıtladılar ve böylece göçü ve yerinden edilmeyi durdurdular. Ayrıca, şu anda birçok Batılı ülke için bir numaralı güvenlik tehdidi olan Suriye’deki IŞİD ve IŞİD- Horasan gibi radikal örgütlerle yüzleşme istek ve becerilerini de gösterdiler. Ancak, yeni bir yaklaşım oluşturma konusunda gerçek bir fırsatın varlığına rağmen, jeopolitik çıkarları belirleyenlerin, her bir olayın bağlamına göre siyasallaştırma ve güvenlik temelli yaklaşımlar arasında değişen seçici yaklaşımları dikte etmeye devam etmesi bekleniyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.