Hizbullah’a Yönelik Saldırılarla İlgili Objektif Bir Okuma
Hizbullah ve Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, son 10 yılda giderek artan bir şekilde duyduğu aşırı özgüveni ve kurucuların fikirlerinden uzaklaşıp, zor zamanlarında yanında olmayan tarafların bölgesel projesine katılma yönünde yaptığı yanlış hesaplamaların bedelini ödedi.
Siber ve gerçek çatışmaların şiddetlendiği bir dönemde, herhangi bir yazarın bu olguyu nesnel bir şekilde ele alması zordur. Çünkü artık bir yandan net tutumlar ve diğer yandan ikilemler tartışmalara hakimdir. Elbette burada tarafsızlık iddiasında değiliz. Ancak Hizbullah’ın kurulmasından bugüne kadar edindiği tecrübeyi ve yaşadığı bu hızlı çöküşe yol açan nedenleri anlayabilmek için elimizden geldiğince farklı bağlamları ele almaya çalışacağız. Bilindiği gibi Hizbullah’ın liderlik sisteminde hızlı bir çöküş yaşandı ve bu çöküş, Genel Sekreter Hasan Nasrallah’ın suikastıyla sonuçlandı.
Partinin ortaya çıkışıyla ilgili “Yoksunların Hareketi” ya da “Şiiler”
Hizbullah, 1980’lerin başında “Velayet-i Fakih” teorisini benimsemesi ve dini ve dünyevi olarak İran’a bağlı olduğunu ilan etmesinden sonra Emel Hareketi’nden tarihi bir kopuş yaşadı ve böylece kuruldu. Parti, ilk başta veya Emel Hareketi’nden ayrılışı sırasında, bu hareketi Lübnan’ın ötekileştirilmiş güneyindeki bir “Yoksunların Hareketi” olarak gören kurucusu Musa el-Sadr’ın düşüncesiyle çelişiyordu.
“Yoksunların Hareketi” görüşü, yöresel veya bölgesel ötekileştirmeyi ele almanın, o dönemde büyüyen “Şii baskısına” alternatif bir çözüm temsil ettiğinin dolaylı veya doğrudan bir göstergesiydi. Bu bağlamda, Emel Hareketi’nin Musa el-Sadr ve Hüseyin el-Hüseyni tarafından 1974’te “Yoksunların Hareketi” olarak kurulduğunu belirtmek gerekir.
Hizbullah, Emel Hareketi’nden farklı olarak, değişimi sağlamanın tek yolu olarak şiddeti benimseyen radikal ve mezhepçi bir cihatçı grup olarak ortaya çıktı.
Hizbullah partisi, “İran İslam Cumhuriyeti” modelini taklit eden, geleneksel İslami hareketlerin 1950’li yıllarda talep ettiği gibi, modern devleti yıkmadan “İslamlaştırmaya” dayalı yeni bir modeli temsil eden bir İslami rejim kurmak için Şii siyasi literatürünün “Büyük Şeytan” (ABD) olarak adlandırdığı “uzak düşman” ile savaşmanın gerektiğine inanıyordu.
Hiçbir araştırmacı, Hizbullah’ın, özellikle İsrail’in 1982’deki işgalinin yanı sıra diğer Lübnan ve Filistin direniş hareketlerinin tasfiye edilmesinden sonra, “Büyük Şeytan’ın soyundan gelen” İsrail’le yaşanan gerçek bir fikri ve pratik uyuşmazlıktan ortaya çıktığını göz ardı edemez. Bu, Suriye rejimiyle 1987’ye kadar ertelenen uzlaşmacı bir ittifakın yolunu açtı. Böylece parti, etkili bir Arap destekçisi ve hırslı bir bölgesel destekçi olarak diğer güçlerin başaramadığı şeyi başardı.
Hafız Esed rejimi, bu tarihten önce defalarca Hizbullah modelini ortadan kaldırmaya çalıştı. Ancak meseleyi pragmatik olarak yeniden düşünerek düşmanlığı yalnızca bir uzlaşı birliğine dönüştürdü.
Hizbullah yavaş yavaş Lübnan’daki en büyük askeri güce dönüştü ve tuhaf bir paradoks içinde diğerlerini dışlayarak, İsrail’e karşı direnişi “tekelleştirdi”.
90’lı yılların başı ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonraki büyük dönüşümlere yanıt olarak, Hizbullah baştan karşı çıktığı ve bazı liderlerinin “küfür” olarak nitelendirdiği siyasete katılım arzusunu ilan ederek “hibrit bir örgüte” dönüştü.
Parti böylece, birbirini etkileyen ve tamamlayan askeri ve siyasi kanada sahip oldu. Bu hibrit örgüt, silahlı radikal hareketler alanında çalışan araştırmacıların dikkatini çekti.
Siyasete katılımın, silahlı hareketlerin “radikalizmi” davranışsal olarak sınırladığına, ideolojik olarak ise fikirlerini “radikalleştirdiğini” savunan “Kapsayıcılık ve Ilımlılık Tezi”ne ilişkin hipotezler ortaya çıkmaya başladı.
Aslında partinin seçimlere girme ve siyasete katılma arzusu, özellikle Lübnan’da “İslami model” kurma hedefi açısından bazı derin ideolojik dönüşümlere yol açtı. Böylece şöyle bir gerçekçi sonucu varıldı; Lübnan’daki özel koşullar nedeniyle Velayet-i Fakih’in uygulanamaması, onun başarısız olduğu anlamına gelmez. Daha ziyade sadece Lübnan için değil, tüm bölge için uygun koşullar oluşuncaya kadar bunun ertelenmesi gerekliydi. Bu sonuç, partinin o dönemdeki mezhepçi söyleminde yoğunluğun azaltılmasına katkıda bulundu.
Aynı zamanda yıllar geçtikçe partiyi, İsrail’in 2000 yılında geri çekilmesinden sonra elde ettiği “meşruiyetin” bir sonucu olarak kamuoyunda büyük popülerliğe sahip olan, Lübnan devleti içinde “yarı devlet benzeri” bir model oluşturmak için Şii toplumunun farklı kesimlerini kendine çekebilecek bir toplumsal harekete dönüştürdü.
Baba-oğul Esed döneminde Suriye’yle yaşanan sorunlu ilişki
Önemli desteğe rağmen Hizbullah, Suriye eski Devlet Başkanı Hafız Esed’in iktidarı sırasında Suriye’de kendine bir yer bulamadı ve Esed’in kararıyla yasaklandı. Aralarındaki uzlaşma ittifakında Esed tamamen kendi çıkarını gözetiyor ve küçüğün büyüğe “bağımlılığına” dayalı ortak bir fayda elde ediliyordu. Ancak bu durum, Hafız Esed’in oğlu Beşşar’ın döneminde, özellikle de ABD’nin Irak’ı işgal etmesi ve Şam’ın kuzeyindeki Ayn es-Saheb saldırısı sonrasında değişti.
Beşşar Esed, İsrail’in saldırılarına yanıt vermeme kararı alıp, “uygun zaman ve mekanda yanıt verme” deyimini icat ettikten sonra yeni bir caydırıcılık denklemi kurma isteğiyle Hizbullah ve modelini Suriye’ye getirdi.
Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’ye düzenlenen suikastın ardından Hizbullah’ın siyasi yönelimi Suriye’de yoğun bir şekilde ortaya çıktı ve başta ulaşım olmak üzere kamu kurumları dışında her yere yayıldı. Ayrıca Hizbullah’ın, Lübnan sınırındaki Suriye kasabası Zabadani ve başka yerlerde askeri eğitim üsleri kurmasına da izin verildi. Bunun sonucunda, Lübnan’dan çekilen Suriye rejiminin imajını kurtaran ve Nasrallah’ın meşhur “Lübnan, (İsrail eski Başbakanı Ariel) Şaron tarafından yok edildi ve Hafız Esed tarafından korundu” ifadelerini kullandığı dönemde 8 Mart İttifakı gerçekleşti.
Söz konusu ittifak, Suriye ile yakın ilişkisi olan partilerin 8 Mart’ta kitlesel bir gösteri düzenlemesi üzerine Lübnan’da ortaya çıkan bir ittifaktır.
Kısacası, Suriye rejimi ile Hizbullah arasındaki ilişkide dengeler Hizbullah lehine değişti. Aralarındaki “bağımlılık” tersine dönerek, Hizbullah’ın İsrail ile Temmuz 2006’da yaşanan savaşta belirleyici rol oynayan, gelişmiş Suriye silahlarını elde etmesine olanak tanıdı.
Esed 2008 yılında tecritten kurtulduktan sonra Türkiye ve Batı, özellikle de Fransa ve Arap ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmaya ve bunları farklı bir zeminde yeniden düzenlemeye çalıştı. Böylece Hizbullah ile Esed rejimi arasındaki ilişkiler gerginleşti. Bu süreçte Esed, Nasrallah ve İranlılar tarafından, “ihanetinden kaçınmak” için her zaman kuşatılması gereken önemsiz ve fırsatçı bir figür olarak görülmeye başlandı. Nitekim 2010 yılında Esed, İran’ın talimatıyla Irak Başbakanı olarak İyad Allavi yerine Nuri El Maliki’yi kabul etmeye ve Lübnan’ın dengesini sağlayan Suriye ve Suudi Arabistan anlamına gelen “S-S denklemini” kırmaya zorlandı. Ancak bu durum, Saad Hariri’nin babası Refik Hariri’nin öldürülmesi sonrasında başbakanlığı bir nevi “kan parası” olarak kabul etmesiyle kurulan hükümetine 2011 yılı başlarında son verdi.
Hizbullah, 2011’de Arap Baharı’ndan sonra, “engelleyici üçüncü” statüsüne sahip olması ve muhaliflerinin 7 Mayıs’taki yenilgilerinin ardından parçalanmasıyla Lübnan’da “iktidar partisi” haline geldi.
“Engelleyici üçüncü” kavramı, siyasi bir grubun hükümetteki bakanlık portföylerinin üçte birini ele geçirmesi anlamına geliyor.
Parti fikri düzeyde de sivil siyasi desteğe ve geniş toplumsal tabana sahip bir “askeri direniş hareketinden”, savaş, barış ve dış ilişkiler de dahil olmak üzere devleti ve onun seçeneklerini kontrol eden ve askeri kanadı olan bir “siyasi partiye” dönüştü.
Suriye’ye girmek: Hezimet ya da zafer
Hizbullah, İran’ın doğrudan talimatları üzerine Suriye’ye girip savaşa müdahale ederek, kendisini ve Lübnan’ı bu meseleden “uzaklaştırmaya” yönelik tüm çağrı ve temennileri görmezden geldi. Suriyeliler ve Hizbullah’ın yanında yer alan tüm Araplar, ondan “sessiz kalmasından” başka bir şey istemedi ama parti başka bir yol seçti. Al-Hayat gazetesinin bir Rus yetkiliye dayandırdığı haberine göre Nasrallah, 2012’de yani 2013’teki Kusayr Muharebesi ile savaşa yönelik resmi müdahalenin duyurulmasından önce Şam’ı korumakla görevlendirildiğini söyleyerek, bununla övündü.
Hizbullah’ın bu eylemi haklı çıkaracak bir “gerekçeye” ihtiyacı vardı ve bu nedenle bir süre kaçındığı veya gizlediği mezhepçi gerekçeye yatırım yapmaya çalıştı. Ancak bu gerekçe onun imajını sarstı ve bir zamanlar İsrail’e karşı gerçekleştirdiği eylemleriyle değil, mezhepçiliğiyle tanınır oldu.
Hizbullah kendisini, İran’ın “kendi silahı” gibi hizmet etmeleri için kurduğu veya desteklediği mezhepçi gruplar ve darbeci milisler ittifaklarının içinde buldu. Bu, Tahran’ın kalıcı bir parçalanma durumunda tutmak için kontrol ettiği ülkelerde dahi benimsediği tuhaf bir yaklaşımdır.
Pek çok gözlemci, Hizbullah’ın Suriye’de askeri açıdan zafer kazandığına inanıyor ama bu hatalı bir görüştür. Hizbullah, 2012-2013'te Suriye’ye ilk girdiği süreçte Özgür Suriye Ordusu adı altında eğitimsiz sivil gruplarla karşılaştığında taktiksel olarak galip gelmişti. Ancak kuzeye yöneldiğinde, militanlarını ideolojik olarak harekete geçiren, dış destek ve finansman alan İslami eğilimli muhalif gruplarla savaşmaya başladığında durum değişti.
Hizbullah, diğer İranlı milislerle birlikte, 2015 yılının ilk çeyreğinde bu grupların genişlemesi nedeniyle kuzeyde askeri olarak yenilgiye uğratıldı. Hizbullah milisleri, rejimin lehine yapılan Rusya müdahalesi gerçekleşene kadar mevzilerinin çoğundan çekildi. Hizbullah’ın bir zafer olarak sunduğu Suriye deneyimi, çeşitli nedenlerden dolayı bazı açılardan askeri bir yenilgiydi. Bunlardan ilki, Rusya’nın hava müdahalesi olmadan Hizbullah’ın karada zafer elde edememesiydi. İkincisi ise, Suriye veya İran ordusundaki kolayca girilebilen operasyon odalarına katılmasının bir sonucu olarak istihbaratın açığa çıkmasıydı. Daha da önemlisi, Arap dünyasında kendisini destekleyen geniş bir halk tabanını kaybetti. Bunlara ek olarak, yaşananlardan ders almak ve uzlaşmayı başlatmak yerine, hissettiği kibir onu çok uzak yerlere götürdü.
7 Ekim sınavı ve yanlış hesaplamalar
Hamas’ın askeri kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları’nın 7 Ekim’de düzenlediği operasyon konusunda Hizbullah’a danışılmadı. Parti bu bağlamda savaş çıkmasını istemedi ve bu durumun yansımalarından kaçmak için elinden geleni yaptı ama başarısız oldu.
Gazze’ye yönelik “destek cephesine”, “bir sonraki hedefin” kendisi olacağına dair mutlak inançla katıldı.
Hizbullah’ın tüm hesapları, Hamas’ın kararlılığına ve kapsamlı bir savaş olmaksızın İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun devrilmesiyle sonuçlanacak bir anlaşmaya varılmasına dayanıyordu. Böylece imajı ve popülaritesini artırmak için cepheye katkıda bulunmaktan olumlu kazanç sağlayacak ve karşılığında binlerce milisine para ödediği bölgesel nüfuzunu kaybetmeyecekti. Ancak bu hesaplamalar, Tahran ve yeni cumhurbaşkanı, tüm bilinen retorik ve yankı uyandıran sloganlarına rağmen yeni ve uzlaşmacı bir ilişkiye karar verdiğinde sahadaki hesaplamaların dışında kaldı.
Parti liderliği, İsrail’in geçtiğimiz hafta yaşanana benzer bir karar anına hazırlanırken, Suriye’ye müdahalesinin İsrail’in itirazı olmadan gerçekleştiği yönündeki gerçeği unuttu ya da görmezden geldi.
Netanyahu’nun sadist coşkusu, ABD’nin meşguliyeti ve Gazze’de yaptıklarının uluslararası kabul görmesi ile arttı, kendisi ve Hizbullah’ın aylardır oluşturmaya çalıştığı “angajman kuralları” değişti. Bu bağlamda, Gazze’deki savaştan uzak durmakla kalmayıp, bunu Hizbullah’ın Suriye’deki nüfuzunu azaltmak için bir fırsat olarak gören Beşşar Esed rejiminin tutumunu da unutmamak gerekiyor.
Şüpheli bir şekilde hayatını kaybeden, Esed’in Özel Medya Danışmanı Luna Şibil davasıyla ilgili medyada yer alan bazı haberler, bilgilerin hacklenmesi ve İsrail’e sızdırılması konusunda rejimin suç ortaklığı olduğunu gösteriyor.
Özetle Hizbullah ve Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, son 10 yılda giderek artan bir şekilde kendisine aşırı güveni ve kurucuların fikirlerinden uzaklaşıp, zor zamanlarında yanında olmayan tarafların bölgesel projesine katılma yönünde yaptığı yanlış hesaplamaların bedelini ödedi.
Sonuç olarak, Hizbullah’ın yeni liderliğinin dersini iyi alması ve hataların üzerine gitmesi gerekecek, aksi takdirde partinin geleceği geçmiş yıllarda hüküm süren benzer silahlı hareketlerden farklı olmayacaktır.
Sonunda Nasrallah, Arapları aşağılamaya devam eden ve her türlü özgürlük arzusunu boşa çıkaran bir suç ve işgal devleti tarafından öldürüldü.
Nasrallah, tüm Arap tiranların destekçisiydi. Ölümünün ardından kimisi yasını tuttu, kimisi de sevindi. Ancak emin olduğumuz tek gerçek, İsrail’in olup bitenlerden mutlu olanları da ağlayanları da “ertelenmiş hedefler” olarak gördüğüdür.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.