Filistin’i “Tanımak”

Dr. Ensar Kıvrak, Batılı ülkelerin Filistin’i tanıma girişimlerini ve bu adımların sembolik kalma riskini Fokus+ için kaleme aldı.
Ensar-Kıvrak.jpg
250923ZK_Web_-_Filistin%E2%80%99i_%E2%80%9CTan%C4%B1mak%E2%80%9D-Ensar_K%C4%B1vrak.jpg

23.09.2025 - 15:09  |  Son Güncellenme: 23.09.2025 - 15:17

Batı dünyasında son bir yılda hız kazanan ve bugünlerde de sıkça gündeme gelen Filistin’i devlet olarak tanıma beyanları, özellikle İsrail’e karşı fiili yaptırım, silah ambargosu ve uluslararası hukuki süreçlere müdahale gibi yöntemlerle desteklenmediği sürece iç politikada artan toplumsal tepkiyi yatıştırmaya dönük düşük maliyetli bir “toplumsal kontrol” aracı olmanın ötesine geçemeyecektir.

2024 Mayıs’ında Norveç, İrlanda ve İspanya’nın Filistin’i tanıması, hemen ardından Haziran 2024’te Slovenya’nın parlamentodan geçirdiği tanıma kararı, 2024 sonundan itibaren Uluslararası Adalet Divanı (UAD) süreçlerine eşlik eden yeni beyanlar ve nihayet bugünlerde Birleşik Krallık, Kanada, Avustralya, Portekiz, Fransa, Monako, Lüksemburg, Belçika, Malta ve Andorra’nın  Filistin’i tanıma hamlelerinin resmi gerekçesi iki devletli çözümün desteklenmesi olsa da, İsrail’e karşı artan toplumsal tepkinin ve Filistin yanlısı gösterilerin hükümetler üzerinde açıkça bir şeyler yapma baskısı doğurduğu da gözden kaçmamalı. Nitekim son zamanlarda yapılan kamuoyu araştırmaları, Avrupa ülkelerinde İsrail’e toplumsal desteğin en düşük seviyelere indiğini gösteriyordu. Bu atmosferde Filistin’i tanıma, hükümetler için sokaktaki öfkeyi yatıştırma, hükümetlerin meşruiyet aşınmasını önleme ve uluslararası arenada “biz de bir şeyler yaptık” diyebilme imkanı sağlamıştır.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun Mayıs 2024’te Filistin’e BM nezdinde ek usuli haklar tanıması zaten siyasi tanımanın önünü açmıştı. Fakat akabinde gelen devlet tanımaları, Filistin’in fiili egemenlik sorunlarını çözmedi. Kararların önemli bir kısmı, Gazze’nin savaş sonrası yönetişimini “reforme edilmiş Filistin Yönetimi”ne devreden bir tasavvurla birlikte zikredildi. Avrupa’daki açıklamalarda Hamas’ı gayrimeşrulaştırma, “yenilenmiş” bir Ramallah merkezli idareyi Gazze’ye yerleştirme ve güvenlik mimarisini buna göre şekillendirme fikri öne çıktı. Bu yaklaşım, sahada hukuken işgal rejimi yürürlükteyken, Gazze’nin idari anlamda da savaş/abluka yoluyla fişini çekip ortaya çıkacak boşluğu sözde uluslararasılaştırılmış bir vesayet veya yerel görünümlü bir kukla idare ile doldurma niyetini barındırıyor. Nitekim tanıma dalgasının içeriğine dair haber ve resmi açıklamalarda, “Gazze’de yönetebilir bir otorite” söylemi, iki devletli çözümle birlikte dile getiriliyor. Bu söylem soykırım, sürgün, altyapının yok edilmesi ve tam anlamıyla demografik mühendislik sorunlarına çözüm sunmuyor; aksine, savaş sonrası güvenlik mantığıyla normalleştiriliyor.  

Uluslararası Adalet Divanı

Uluslararası Adalet Divanı, 26 Ocak 2024’ten itibaren insani yardımın kesintisiz girişi, soykırımın önlenmesi, delillerin muhafazası, nefret söyleminin cezalandırılması gibi art arda verdiği ihtiyati tedbirlerle İsrail üzerinde açık yükümlülükler tesis etmişti. Aslında bu kararlar, taraf devletlerin soykırımın önlenmesi bağlamında sorumluluklarını da beraberinde getirir. Ancak tanımayı ilan eden Batılı devletlerin çoğunda, bu tedbirlerin icrasını zorlayacak yaptırımlar ortaya konmadı. Hala da bu ülkeler arasında İsrail’e yönelik siyasi baskı ve yaptırımlar konusunda süregelen bir çekingenlik var. Kısacası, tanıma hukuki bir tutarlılığa, diplomatik bir ifadeyle, erga omnes yükümlülüklerle uyuma eşlik etmediğinde, sembolik bir adım olarak kalma riski taşıyor. 

Öte yandan, iki ülkenin hakkını teslim etmek lazım: İspanya ve İrlanda, Filistin’i tanımayı Uluslararası Adalet Divanı nezdinde hukuki müdahale ve AB içinde siyasi baskı girişimleriyle destekleyen istisnai örnekler oldu. İspanya, 28 Haziran 2024’te Uluslararası Adalet Divanı’na müdahale beyanını sundu. 2025’te AB-İsrail Ortaklık Anlaşması’nın askıya alınması çağrısını yineledi ve Eylül 2025’te kapsamlı bir silah ambargosu ilan ederek Filistin’i tanıma ile İsrail’e yaptırım araçlarını birbirine eklemledi. İrlanda ise 2024 sonunda/2025 başında Uluslararası Adalet Divanı’nda müdahale sürecini resmen başlattı ve İsrail’e karşı yaptırımları Avrupa kamuoyunda güçlü bir hukuk diliyle savundu. Bu iki ülke, tanımayı somut baskı araçları ve hukuki süreçlerin sahiplenilmesi ile birlikte gündemine alan istisnai örnekler oldu.

Öte yandan Filistin’i devlet olarak tanımaya ilişkin bir diğer sorun, tanımanın ima ettiği Filistin tasarımının, İsrail’in güvenlik önceliklerini baz alan kısıtlı bir egemenliği normalleştirmesidir. Tanımayı açıklayan pek çok Batılı ülke, aynı nefeste “Hamas Gazze’de yönetici olmayacak”, “rehineler serbest bırakılmalı” ve “Filistin Yönetimi reforme edilmeli” gibi ön şartlarla Filistin’in egemenliğinin şarta bağlanmasını dillendirdi. Bu şartlı tanıma, İsrail’in güvenlik sopası altında hareket kabiliyeti sınırlanmış, kaynaklara erişimi başkalarınca filtrelenen ve Batı Şeria’daki fiili ilhakı tersine çevirecek araçlardan yoksun, kötürüm bir devlet(çik) modeline işaret ediyor.  

Filistin’de yerleşimci terörü ve toprak işgali hız kesmeden sürerken, tanıma devletliğin asgari gerekleri olan toprak bütünlüğü, sınır denetimi, doğal kaynak ve altyapı kontrolü gibi unsurlara dair güvenceyi dillendirmiyor. Bu nedenle, Filistin’i tanıyan ama İsrail’e karşı Uluslararası Adalet Divanı kararlarının icrası, yaptırımlar ve ticari kısıtlamalar gibi somut adımlar atmayan devletler, fiilen işgal rejiminin konsolidasyonuna katkı sunan bir politikayı meşrulaştırmış oluyorlar.  

Gazze’de şu anda yaşanan soykırım, sürgün ve yıkımın yol açtığı yönetim boşluğu, mevcut şartlar altında ileride güvenlik mantığı içinde iki yolla doldurulabilir. Birincisi, açık/örtük ilhak ve güvenlik tamponlarıyla İsrail’in fiilen denetimini kurumsallaştırması; ikincisi, uluslararası toplum şemsiyesi altında, İsrail’in güvenlik taleplerini de gözeten bir vesayet rejimi ya da bir çeşit emanetçi idare... 

Mevcut tanıma söylemi, ikinci seçeneği barış ve pragmatizm argümanıyla birlikte pazarlıyor. Fakat pratikte bu, Gazze’nin siyasal özerkliğini zayıflatan bir ara rejim anlamına da geliyor. Nitekim tanıma dalgasına eşlik eden açıklamalarda, Gazze’nin Hamas’ın olmadığı ve kontrol edilebilir bir yönetime devri vurgusu tekrarlanırken işgal koşullarının kaldırılmasına dönük kuvvetli bir taahhüt öngörülmüyor.  

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron

Öte yandan, son günlerde Birleşik Krallık, Kanada, Avustralya, Portekiz, Fransa, Monako, Lüksemburg, Belçika, Malta ve Andorra’nın Filistin’i devlet olarak tanıma kararları, her şeye rağmen Batı’nın artık kronikleşmiş İsrail yanlısı tutumunda sembolik bir bariyeri aştığını gösteriyor. Fakat bu adımların çoğu, son derece ihtiyatlı bir şekilde atılıyor. Zira tanıma; “Hamas’ın yönetmeyeceği bir Gazze”, “reforme edilmiş bir Filistin Yönetimi” ve “iki devletli çözüm için müzakerelerin canlandırılması” gibi söylemlerle birlikte dile getiriliyor.  

Bu durum, sahadaki güç dengesini dönüştürme iddiasından ziyade mevcut denklemi idare edilebilir kılma arzusuna işaret ediyor. Üstelik İsrail hükümeti bu tanımalara karşı hamle olarak Batı Şeria’da ilhak imalarını yeniden dile getiriyor. Bu da tanıma dalgasının bir bakıma İsrail’in fütursuz güç kullanımını frenleme etkisinin olmadığını gösteriyor.  

Sonuç olarak, birincisi, Filistin’i tanıma açıklamaları, Avrupa’da ve Batı’da artan toplumsal tepkileri yatıştıran düşük maliyetli bir politika stratejisi imajı veriyor. İkincisi, bu beyanlar Gazze’nin mevcut durum sonrası yönetimini, İsrail’in işgal/ilhak dinamikleriyle uyumlu bir idari boşluk stratejisini normalleştiren bir söylemle eklemliyor. Üçüncüsü, Uluslararası Adalet Divanı’nın ihtiyati tedbir kararlarının icrası ve soykırımın önlenmesi yükümlülüklerinin gerektirdiği yaptırım ve ambargo gibi adımları tanıma ile birlikte ilerlemiyor. İspanya ve İrlanda’nın Uluslararası Adalet Divanı’ndaki müdahaleleri ve (İspanya özelinde) silah ambargosu gibi somut araçlara başvurması istisnaları oluştursa da Batılı hükümetlerin genel tavrı ne yazık ki bu şekilde. Dolayısıyla geniş Batı koalisyonu açısından, yaşanan soykırım, sürgün ve ağır insan hakları ihlallerine rağmen siyasi tavır esasen değişmemiştir.  

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.