Avrupa Gazze’deki Soykırıma İlişkin Tutumunu Neden Değiştirdi?

09.10.2025 - 10:06 | Son Güncellenme: 09.10.2025 - 10:17
Son aylarda Avrupa kıtasında, Filistin davasına yönelik tutumlarda dikkat çekici bir dönüşüm yaşanıyor. Avrupa ülkeleri, İsrail’in iki yıldır Gazze’de sürdürdüğü soykırım ve etnik temizlik politikalarını açıkça kınayarak, adalet yönünde niteliksel bir değişime imza attı. Gazze Sağlık Bakanlığı verilerine göre, bu vahşi suçlar sonucunda Gazze'de çeyrek milyondan fazla Filistinli öldürüldü, yaralandı veya kayboldu. Avrupa’da giderek güçlenen bu siyasi duruş hem sayıca hem de nüfuz bakımından dengeli bir blok tarafından şekilleniyor.
Bu yeni denge, İsrail’i kuruluşundan ve Nekbe’den bu yana ilk kez ciddi bir diplomatik gerileme ve hatta izolasyon sürecine itiyor. Oysa geçmişte Avrupa Birliği ülkeleriyle stratejik iş birliği içinde olan İsrail, bugün birçok cephede siyasi yalnızlığa sürükleniyor. İspanya ve İrlanda bu değişimin öncüsü olarak öne çıkıyor. Her iki ülke de İsrail’in saldırgan politikalarına karşı net ve kararlı bir tutum sergiledi. Büyükelçilerini geri çekip cezai önlemler alan bu iki ülke, aynı zamanda Filistin Devleti’ni tanıyarak tarihi bir adım attı. İrlanda Cumhurbaşkanı Michael Higgins’in İsrail’in Birleşmiş Milletler’den (BM) çıkarılması yönündeki çağrısı, bu sürecin en çarpıcı gelişmelerinden biri olarak öne çıktı.

Bu adımlar, Avrupa’nın uzun yıllar sessiz kaldığı Filistin meselesinde köklü bir zihniyet değişiminin habercisi olarak değerlendiriliyor. Bu dalgaya Belçika ve Slovenya da katıldı. Eylül ayında ise Fransa ve İngiltere öncülüğünde bazı Avrupa ülkeleri, Filistin’e yönelik yeni tanıma kararları ve siyasi açılımlar açıkladı. Hollanda’da yaşanan bir başka gelişmede ise, temmuz ayında sekiz bakan, hükümetin İsrail’e verdiği desteği ve Filistin politikasını protesto ederek görevlerinden istifa etti. Bundan kısa süre önce, mayıs ayında Hollanda, Avrupa Birliği’ne (AB) “Avrupa Stratejik Ortaklık Anlaşması”nın gözden geçirilmesi çağrısında bulunmuş ve bu konuda ısrarcı bir tutum sergilemişti. Bu çıkış, AB içinde belirgin bir bölünmeye yol açtı. Avrupa ülkelerinin işgalci güce karşı giderek sertleşen tutumlarında yerel, kıtasal ve uluslararası boyutları olan siyasi faktörlerin yanı sıra hukuki ve insani dinamikler etkili oldu.
Soykırımın vahşeti ve işgalcinin kibri
Sosyal medya ve Gazze'de işlenen olaylar ve suçların haberleştirilmesi, Gazze’deki katliamların tarihsel olarak benzeri görülmemiş bir şekilde belgelenmesinde ve olayların ayrıntılarının (abartısız bir şekilde) kamuoyuna ulaşma hızında rol oynadı ve bu da onların medya sahnesini domine etmelerini sağladı. Savaşın uzaması, Avrupa'da siyasi, halk, hukuki veya medya ile ilgili tüm düzeylerde agresif politikaların uygulanmasına yol açtı. Bu da halkın gösterilerini körükledi ve politikacıları etkileyerek, tutumlarını değiştirmelerine neden oldu. Buna, işgalci gücün politikacılarının hem devletlerin hem de uluslararası kuruluşların tutumlarını hiçe sayan kibirli ve kayıtsız bir politika eşlik etti.
Halk baskısı
Gazze’ye yönelik savaşın sürdüğü iki yıl boyunca, Avrupa genelinde milyonlarca kişi farklı din, etnik köken ve meslek gruplarından katılımcılarla sokağa döküldü. Avrupa Filistin Enformasyon Merkezi’nin verilerine göre, son iki yılda 25 Batı Avrupa ülkesinde, 800 şehirde düzenlenen gösteri ve etkinliklerin sayısı 45 bini aştı. İstatistiklere dahil olmayan İngiltere de dahil edildiğinde, bu sayı 50 bini geçiyor. Bunlar, Avrupa kıtası sınırlarının ötesindeki bir meseleyle ilgili olarak Avrupa tarihine geçecek sayılar. Geçtiğimiz ayın 27'sinde, aralarında Berlin’in de bulunduğu Batı başkentlerinin sokaklarını dolduran, yüz bini aşan kişiyi içeren coşkulu kalabalıkları yansıtan görüntülere şahit olduk. Aynı şekilde ayın 4’ünde Roma’da düzenlenen gösteriye tahmini 250 bin kişi katıldı. Aynı gün Madrid’de ise organizatörlerin tahminlerine göre 500 bin kişi Filistin’e destek gösterisi düzenledi.
Ertesi gün, Hollanda’nın başkentinde düzenlenen ve hükümetinin Gazze savaşında 'kırmızı çizgi' çizmesini talep eden yürüyüş (bu türden düzenlenen üçüncü yürüyüş) 250 binden fazla kişiyi bir araya getirdi. Bu kitlesel hareketlilik, işgalci devleti destekleyen Avrupalı politikacılar için gözle görülür bir baskı yaratabilir ve bu baskılara yanıt olarak siyasi pozisyonlarda gerçek değişimlere yol açabilir. Bu değişimler seçim oylarına etki etti, oy pusulalarında belirgin hale geldi ve aslında seçim sonuçlarına farklı derecelerde de olsa yansıdı. İngiltere’de İşçi Partisi’nin seçim zaferi, Fransa’da solun -özellikle de France Unbowed (Boyun Eğmeyen Fransa) partisinin- kazandığı ivme buna örnek olarak gösterilebilir.
Avusturya’da Gazze Partisi de ulusal listeye girebilmek için gerekli desteği toplayarak 21 bin oy aldı ve bağımsız bir siyasi güç olarak sahneye çıktı. Kuzey Avrupa’da da benzer bir tablo var. Danimarka ve İsveç’te Filistinli, Arap ve Müslüman azınlıklar ile sol partiler hem Avrupa Parlamentosu’nda hem de ulusal meclislerde etkili bir konuma sahip. Bu gruplar, Filistin davasına verdikleri güçlü destekle Avrupa siyasetinde yeni bir denge kuruyor.
Yerel siyasi hesaplamalar ve azınlık hükümetleri
Filistin’e yönelik bu açık kamuoyu dayanışması, birçok ülkede yerel seçim dinamikleriyle birleşerek siyasi etkisini artırdı. Nitekim kısa süre önce Fransa’da hükümetin düşmesi, bu iç siyasi gerilimlerin doğrudan bir sonucu olarak değerlendiriliyor. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, temmuz ayında yapılan seçimlerde birinci çıkan sol blok La France Insoumise’i (Boyun Eğmeyen Fransa) dışlayarak kendisine yakın bir hükümet kurmayı tercih etmişti. Ancak Jean-Luc Mélenchon liderliğindeki bu blok hem parlamentoda hem sokakta Filistin davasını aktif biçimde savunarak kamuoyu desteğini arkasına aldı. Bu durum, Fransa’daki siyasi dengeyi sarsarken Filistin meselesinin devlet düzeyinde daha görünür hale gelmesine de katkı sundu. Bu durumu Filistin devletinin tanınmasının sebeplerinden biri olarak değerlendiriyoruz.
Benzer bir tablo İngiltere’de de gözleniyor. Londra ve diğer Britanya şehirlerinde Filistin’le dayanışma eylemleri kesintisiz sürerken, boykot kampanyaları, silah ihracatına karşı protestolar düzenleniyor. İngiliz yönetimi, bu faaliyetleri “ulusal güvenliği ihlal eden eylemler” olarak nitelendirerek bazı yasaklamalar getirdi. Örneğin Filistin Eylem Örgütü’nün parlamento düzeyinde yasaklanması bunlardan biri oldu. Buna karşın, toplumsal dayanışmanın gücü seçim sonuçlarına da yansıdı. Katliamların kınanması ve davaya verilen destek bağlamında seçimlerde birçok bağımsız adayın zaferi de bu durumun bir örneğidir.
Etnik azınlıklara mensup olmaları ve bazılarının Filistin davasına ilişkin tutumunu kınayan İşçi Partisi’nin bağımsız üyeleri olmaları nedeniyle zaferleri daha da anlamlıdır. Bu durum, İngiliz İşçi Partisi’nin Filistin devletini tanıma konusundaki politik değişiminde etkili bir faktör olarak öne çıktı. Fransa ve İngiltere örneklerini takip eden tüm Avrupa ülkelerini burada saymaya yer yok. Ancak Avrupa’daki karar alma süreçlerinde sahip olduğu etki ve güç nedeniyle Almanya’yı bir istisna olarak belirtmek gerekiyor.

Almanya’nın tutumundaki değişiklikte yerel siyasi etkileşimler söz konusu. Ancak Almanya’daki yerel siyasi etkileşimler Filistin konusunda Fransa ve İngiltere kadar güçlü değil. Berlin’in siyasi kulislerinde yaşanan gelişmeler, Avrupa’daki diğer örneklerden belirgin biçimde ayrılıyor. Almanya’da bir yanda Hristiyan Demokrat Parti, diğer yanda hızla yükselen aşırı sağ bulunuyor. Özellikle de solun iki yıllık soykırım sürecinde işgali destekleyen tutumu nedeniyle, Filistin sorunu ve azınlıkların sesleri de seçim hesaplamalarında yer alıyor. Avrupa’daki ülkelerin birbirleri üzerindeki siyasi etkisi hafife alınmamalı. Avrupa Birliği’nin federal yapısı, ulusal hükümetler ve seçilmiş parlamentolar arasında alınan ortak kararları derinden etkiliyor. Bu siyasi yapı, Filistin davasını destekleyen ülkelere güçlü bir platform sağlıyor. Özellikle İspanya ve İrlanda’nın tutumları, Avrupa kamuoyunun giderek şekillenen siyasi yöneliminde belirleyici bir rol oynuyor.
ABD’nin tutumu ve Avrupa’daki yansımaları
ABD Başkanı Donald Trump’ın hem biçim hem de içerik açısından eksantrik ve öngörülemez kararları ve uygulama yöntemleriyle yeni dönemi, bunu ulusal güvenliklerine bir tehdit olarak gören Avrupalı politikacılar için gerçek bir endişe kaynağı oldu. Burada, Beyaz Saray’ın Rusya-Ukrayna savaşına ilişkin tutumuna ve Başkan Trump’ın, Avrupalıların kendi iç meseleleri olarak gördükleri bu konuda onları devre dışı bırakarak, Rusya Devlet Başkanı Putin ile tek başına bir anlaşmaya varmaya çalıştığına dikkat çekmek gerek. Bu durum, kıtanın tamamı ve her bir ülke için önemli stratejik sonuçlar doğuruyor. Buna ek olarak Washington’un Avrupa mallarına uyguladığı yüksek gümrük vergileri ve Danimarka egemenliğindeki Grönland üzerindeki iddiaları, transatlantik ilişkilerde gerilimi artırdı.
Tüm bu gelişmeler, uluslararası siyasi dengeler açısından, Avrupa’nın ABD’nin tutumunun bedelini ödeyebileceğini düşündürecek pozisyonlar almasını gerektiriyor. Böylece Filistin davası, Washington’un koşulsuz desteğini arkasına alan İsrail’e karşı daha bağımsız ve eleştirel bir duruş sergileyen Avrupa ülkelerinin politik dönüşümünden önemli ölçüde fayda sağladı.
İki devletli çözümde tıkanma ve Avrupa’nın ikilemi
İki devletli çözüm, Filistin ve hatta Orta Doğu’daki çatışmayı sona erdirmek için uluslararası bir stratejik projeydi (özellikle Avrupa’nın tutumu da dahil). 1993 Oslo Anlaşmaları ile temelleri atılan bu plan, 1999’da bağımsız bir Filistin devleti kurulmasını öngörüyordu. Ancak İsrail’in sağcı hükümeti bu süreci açıkça reddederek Batı Şeria’yı ilhak etme yönünde adımlar attı ve Filistin devletinin kurulmasını engellemeye çalıştı. Aynı zamanda, kim olursa olsun bu konudaki uluslararası aktörleri İsrail’in “ulusal güvenliğine tehdit” olarak tanımladı.
ABD yönetimi bu politikayı tam destekle sürdürdü. Kudüs’ü İsrail’in “ebedi başkenti” olarak tanıdı ve ABD Büyükelçiliği’ni Tel Aviv’den Kudüs’e taşıdı. Avrupa ülkeleri, bu durumun çatışma çözüm sürecini tıkadığını ve kendilerinin yıllardır finansal yükünü taşıdıkları barış projesinin çökmeye başladığını düşündü. Bunun sonucunda, birçok Avrupa ülkesi ABD politikasına karşı çıkarak Filistin devletini tanıma yönünde adımlar attı.
İşgalci gücü yargılamada yasal emsaller
Güney Afrika, İsrail’i “soykırım” ve “etnik temizlik” suçlamalarıyla Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı’na taşıyarak dünya çapında tarihi bir adım attı. Ocak 2024’te başlayan dava, İsrail’i uluslararası alanda ciddi bir baskı altına soktu. Bu süreç, işgalci devleti destekleyen ülkelerin de yargılanabileceği yeni bir yasal zemin oluşturdu. Nitekim Nikaragua, Almanya’yı aynı bağlamda yargılamak üzere dava açtı ve mahkeme Nisan 2024’te toplandı. Ardından, İsrailli yetkililer ve askerler hakkında bir dizi kovuşturma başlatıldı.
Uluslararası Ceza Mahkemesi, Başbakan Binyamin Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yoav Galant hakkında savaş suçu işledikleri gerekçesiyle tutuklama kararı çıkardı. Bu karar, dünya genelinde büyük yankı uyandırdı ve birçok ülkeyi zor bir ikilemle karşı karşıya bıraktı: ya işgalci devlete destek vererek hukuki yaptırımlarla yüzleşecekler ya da işgalci gücün askerleri ve politikacıları ziyaret ettiklerinde kendi topraklarını bu suçluların yargılanmasına açık hale getireceklerdi. Belçikalı insan hakları örgütü Hend Rajab, bu sürece önemli katkı sundu. Örgüt, Gazze’deki savaş suçlarını belgeleyerek sosyal medyada geniş bir kanıt arşivi oluşturdu ve bu sayede onlarca İsrail askerinin uluslararası soruşturmaya dahil edilmesini sağladı.
Bu bağlamda yasal boyutun, bazı Avrupa ülkelerinin Filistin davasını destekleme yönündeki siyasi dönüşümünde önemli faktörlerden biri olduğunu düşünüyoruz. Sonuç olarak, siyasal pozisyonların hiçbir zaman sabit olmadığını ve özellikle İsrail’in askeri, siyasi ve diplomatik mekanizmalarıyla her alanda etkin olduğu bir ortamda bu tutumların değişime son derece açık olduğunu söyleyebiliriz.
Bu nedenle hem resmi hem de halk düzeyinde desteklenen Filistin tarafı ile Arap ve Müslüman ülkeler ve dünyanın dört bir yanındaki özgür insanlar da dahil olmak üzere küresel dayanışma hareketi, Avrupa’daki desteğin korunması ve istikrarlı biçimde güçlendirilmesi için somut eylem planları ve sürdürülebilir projeler geliştirmelidir.
Bu çaba, Filistin’in kendi iç yapısının güçlendirilmesini ve karar alma süreçlerine hem ülke içindeki hem de diasporadaki tüm kesimlerin dahil olduğu kapsayıcı bir yeniden yapılanmayı zorunlu kılıyor. Gerçek anlamda Filistin halkını temsil eden bir siyasi liderlik inşa edilmeden bu süreç tamamlanamaz.
Bu da özellikle Filistin içindeki tabloyu ve saldırıların sona ermesinin ardından ortaya çıkan durumu ele alacak bir Filistin liderliğini seçecek seçimler düzenlenmesi ve Avrupa’nın öncülük ettiği küresel dayanışma atmosferinden etkin biçimde yararlanılmasıyla mümkün olacaktır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.





