ABD’nin Stratejik Tutarsızlığı Küresel Dengeleri Sarsıyor


Donald Trump’ın ikinci döneminin başlamasıyla birlikte, ABD dış politikasındaki tutarlılık tartışması önemli bir gündem haline geldi. Savaşları bitirme vaadiyle göreve gelen Trump, uzun yıllardır Rusya’yı sınırlamak amacıyla Batı bloku tarafından desteklenen Ukrayna’nın bazı topraklarını Moskova’ya bırakmayı, buna karşılık değerli yer altı kaynaklarını ABD’nin kontrolüne almayı planlıyor. Avrupa ülkelerini uzun süredir Rusya karşısında Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunmaya teşvik eden ve NATO savunmasını güçlendirmek için savunma harcamalarını artırmaya zorlayan ABD, Trump yönetimiyle birlikte Rusya’nın tezlerine yaklaşarak Avrupa ülkelerinin güvenlik hassasiyetlerini göz ardı etmeye başladı.
ABD'nin bu politikası, 2010’lu yıllarda Suriye konusunda Türkiye’ye uyguladığı yaklaşımı hatırlatıyor. Washington, bu dönemde, Suriye’de rejim karşıtı sokak hareketlerini “demokrasi ihracı” çerçevesinde destekleyerek Esed rejimini devirmeyi hedeflemiş ve bu doğrultuda Türkiye’nin Suriye politikasına destek vermişti. Ancak ABD yönetimi Esed rejiminin sivil katliamları ve kimyasal silah kullanımına rağmen, Libya’da gösterdiği hassasiyeti Suriye’de göstermedi. Esed rejimiyle anlaşma yoluna giderek, geçmişte “şer ekseni” olarak tanımladığı Esed rejiminin ömrünü on yıldan fazla uzattı, Rusya’nın Suriye sahasına girmesine müsaade ederek bölgedeki Rus varlığını fiilen kabul etti ve Türkiye ile Rusya’nın askeri sahada karşı karşıya gelmesi ihtimaline göz yumdu. Böylece NATO müttefiki Türkiye’yi Suriye’de siyasi istikrarsızlık ve Rusya gerçeğiyle baş başa bıraktı.

Bu durum, ABD dış politikasındaki önemli bir tutarsızlık örneğiydi. Trump’ın ikinci dönemiyle birlikte, bu tutarsızlık giderek istikrarlı bir hale gelmeye başladı. Bu yazının temel argümanı, ABD’nin Suriye meselesinde Türkiye’ye uyguladığı stratejinin bir benzerini Ukrayna konusunda Avrupa’ya uyguladığıdır. Bugün Avrupa, kadim müttefiki ABD tarafından, bir taraftan doğu sınırlarındaki politik istikrarsızlık, diğer taraftan Rusya ile askeri sahada karşı karşıya gelme riski ile baş başa bırakılmış durumda.
ABD dış politikasında stratejik tutarsızlığa doğru
ABD dış politikasında stratejik tutarsızlığın ilk örneği 2003 yılındaki Irak’ın işgaliydi. ABD, 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ABD, terörle mücadele ve kitle imha silahlarının yayılmasını önleme gerekçesiyle küresel çapta bir güvenlik politikası inşa etti. Bush yönetimi, Saddam Hüseyin rejimini kitle imha silahlarına sahip olmak ve El Kaide gibi terör örgütlerine destek vermekle suçlayarak Irak’a yönelik askeri operasyon planları hızlandırdı. Ancak Almanya, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi ABD’nin hem küresel hem de bölgesel düzeydeki en önemli müttefikleri bu işgale karşı çıktı. Avrupa’da Fransa ve Almanya diplomatik yolların tükenmediğini savunurken, Türkiye’de TBMM 1 Mart tezkeresiyle ABD’nin Türkiye topraklarını işgal için kullanmasını reddetti. Suudi Arabistan ise ABD’nin askeri varlığının bölgede yeni krizlere yol açacağını öne sürdü.
Tüm bu itirazlara rağmen, Başkan Bush yönetimi, “ya bizimlesiniz ya da bize karşısınız” ve “önleyici vuruş” doktrinlerini esas alarak müttefiklerin uyarılarını göz ardı etti. ABD, BMGK’nden işgal yetkisi alamamasına rağmen, tek taraflı olarak 20 Mart 2003’te Irak’a saldırdı ve Saddam rejimini devirdi. Ancak işgalin ardından Irak’ta istikrar sağlanamadı; mezhep çatışmaları, terör örgütlerinin yükselişi ve merkezi otoritenin zayıflamasıyla birlikte ülke kaosa sürüklendi.
Bu işgal, başta Orta Doğu olmak üzere küresel ölçekte büyük bir jeopolitik kırılmaya yol açtı. Irak’ta yaşanan güç boşluğu, İran’ın nüfuzunun artmasına ve Şii-Sünni geriliminin derinleşmesine neden oldu. El Kaide’nin Irak kolu, kısa sürede DAEŞ’e (IŞİD) dönüşerek bölgeyi istikrarsızlaştıran en büyük tehditlerden biri haline geldi. Ayrıca işgal, ABD’nin müttefikleriyle olan ilişkilerinde kalıcı güven sorunlarına yol açtı ve Washington’un küresel liderliğini sorgulayan yeni bir dönemin kapılarını araladı.
11 Eylül sonrası dönemde ABD dış politikasında başlayan stratejik tutarsızlık, Trump yönetimiyle birlikte daha da derinleşti. Panama, Kanada ve Grönland gibi bölgeler üzerindeki toprak iddiaları, küresel ekonomide yerleşik uygulamaların bilinçli bir şekilde ihlali, uluslararası hukuka uyumsuzluk ve en önemlisi, ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası bizzat inşa ettiği “normlara dayalı uluslararası sistemi” kendi eliyle zayıflatmaya yönelik girişimleri, bu tutarsızlığın daha da belirgin hale gelmesine neden oldu.
ABD’nin Ukrayna politikası: stratejik tutarsızlığın istikrarı
ABD dış politikasındaki stratejik tutarsızlığın en çarpıcı örneklerinden biri, son dönemde Ukrayna meselesinde yaşanan gelişmelerdir. Trump yönetimi, savaşın sona erdirilmesi vaadiyle Ukrayna topraklarının bir kısmını Rusya’ya bırakma ve karşılığında Ukrayna’nın yer altı kaynaklarını ABD’nin çıkarları doğrultusunda değerlendirme yönünde bir yaklaşım sergiliyor. Bu, sadece ABD’nin önceki politikalarıyla çelişmekle kalmadı, aynı zamanda Avrupa güvenliği açısından büyük bir belirsizliğe de yol açtı.
Trump’ın Ukrayna konusunda Rusya ile doğrudan müzakere ederek Putin’in taleplerini karşılamaya istekli görünmesi ve Avrupa’nın güvenliğini göz ardı etme pahasına Moskova ile anlaşmaya çalışması, NATO içindeki müttefikler arasında ciddi bir şok etkisine yol açtı. ABD’nin uzun yıllardır Avrupa’nın güvenliğini garanti altına almak için inşa ettiği NATO’nun varlık sebebi, büyük ölçüde Rusya’nın doğrudan ya da dolaylı askeri tehditlerini bertaraf etmek üzerine kuruluydu. Ancak Trump yönetimi, bu prensibi tersine çevirerek, Rusya’nın Avrupa içlerine kadar uzanan askeri operasyonlarına dolaylı destek veren bir tutum sergilemeye başladı.

Bu durum, ABD’nin NATO içerisindeki geleneksel liderlik rolünü zayıflatırken, Avrupa’nın güvenlik stratejisinde köklü değişimlere yol açabilecek bir süreci tetikledi. Almanya ve Fransa gibi Avrupa’nın önde gelen ülkeleri, ABD fiili güvenlik garantilerinin artık eskisi kadar güvenilir olup olmadığı sorusunu sormaya başladı. Bu da Avrupa’nın bağımsız savunma kapasitesini artırma arayışlarını hızlandırarak NATO içindeki dengeleri değiştirebilecek bir gelişmeye yol açtı.
Trump yönetiminin Ukrayna meselesinde izlediği politikalar, sadece ABD’nin kendi içindeki stratejik tutarsızlığını derinleştirmekle kalmadı, aynı zamanda Avrupa’daki müttefikleri arasında ciddi bir güven krizine neden oldu. ABD’nin geleneksel ittifak sistemine karşı sergilediği bu ilgisizlik, Rusya’nın Avrupa üzerindeki etkisini artırma fırsatı yakalamasına ve NATO’nun geleceğiyle ilgili ciddi soru işaretleri doğmasına zemin hazırladı.
Sonuç olarak bugün Avrupa ülkeleri, Trump ve Putin arasındaki doğrudan temasın yanı sıra, yakın gelecekte iki lider arasında imzalanması muhtemel pragmatik bir anlaşma nedeniyle ciddi bir güvenlik endişesi taşıyor. ABD’nin Avrupa’nın güvenliğini göz ardı ederek bölgeyi Rus nüfuzuna terk etme eğilimi, geçmişte Suriye meselesinde Türkiye’ye uyguladığı politikayı hatırlatıyor.
Suriye’de rejim karşıtı sokak hareketlerini “demokrasi ihracı” çerçevesinde destekleyen ABD, Esed rejiminin Suriye’nin geleceğinde yerinin olmadığını savunmuş ve kimyasal silah kullanımı ile kitlesel katliamları “kırmızı çizgi” olarak ilan etmişti. Ancak 2013 yılında Esed rejimiyle imzalanan kimyasal silahların teslim edilmesine yönelik anlaşma ve 2015’te Rusya’nın bölgeye askeri olarak girişine onay verilmesi, ABD’nin ciddi bir tutarsızlık sergilediğini gösterdi. Bu politika değişikliği, Türkiye başta olmak üzere ABD müttefiki ülkelerde büyük bir hayal kırıklığına yol açtı.
Bugün Avrupa’ya uygulanan politika, yaklaşık on yıl önce Suriye meselesinde izlenen stratejiyi anımsatıyor. ABD’nin müttefiklerinin güvenlik kaygılarını göz ardı eden, Avrupa’da Rus nüfuzunun artmasına ve Avrupa ülkelerinin Rusya ile askeri sahada karşı karşıya gelmesine göz yuman bu yaklaşımı, Avrupa’nın savunma politikalarında bağımsız bir yol arayışını hızlandırırken, NATO’nun geleceği üzerinde de önemli etkiler yaratma potansiyeline sahip.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.