Sayfa yolu
Tianxia Felsefesi: Çin Merkezli Bir Dünya Tasavvuru


11.06.2025 - 15:24 | Son Güncellenme:07.07.2025 - 17:25
Tianxia kavramı, Çin’in tarih boyunca oluşturduğu siyasi, kültürel ve kozmolojik dünya görüşünün merkezinde yer aldı. Bu felsefe, yalnızca bir siyasal sistem anlayışı değil, aynı zamanda evrensel düzen, ahlaki üstünlük ve medeniyetin yayılması gibi çok boyutlu düşünceleri de içinde barındırdı. “Göğün altındaki her şey” anlamına gelen Tianxia, zamanla Çin'in dünya ile kurduğu ilişkilerin hem ideolojik hem de pratik çerçevesini belirleyen bir ilkeye dönüştü. Çin’in ilk siyasal örgütlenme biçimlerinden başlayarak, günümüzün küresel jeopolitik tartışmalarına kadar uzanan bu kavram, yalnızca Çin’in değil, Doğu Asya’nın siyasal kültürünü şekillendiren temel bir unsur hâline geldi.
Çin’in erken hanedanlık dönemlerinde, özellikle Shang ve ardından gelen Zhou Hanedanı sırasında Tianxia düşüncesi sistemleşmeye başladı. Zhou Hanedanı, Cennet’in İradesi (Tianming) doktrinini geliştirerek, siyasi otoriteyi ilahi bir düzene bağladı. Bu anlayışa göre, imparator gökyüzünün temsilcisi olarak hükmetme hakkını elde etmişti. Bu hak, yalnızca soy ya da fetih temelli değil, aynı zamanda ahlaki yeterlilikle de ilişkiliydi. Eğer bir hükümdar zalim davranmışsa, Tianming’i kaybetmiş sayıldı ve tahtı başka bir soylu hanedanın ele geçirmesi meşru görüldü. Bu sistem, Tianxia’nın hem göksel hem de dünyevi bir meşruiyete dayandığını ortaya koydu.
Konfüçyüsçülük, bu düşünce sisteminin felsefi temellerini oluşturdu. Konfüçyüs, ahlaklı yönetimin önemini vurgularken, toplumda düzen ve hiyerarşinin korunması gerektiğini savundu. Ona göre iyi bir yönetici, halkına sevgi ve adaletle yaklaşmalı, örnek bir ahlaki duruş sergilemeliydi. Bu bağlamda Konfüçyüsçü öğreti, Tianxia sisteminin etik boyutunu sağlamlaştırdı. Devlet adamlarının ve yöneticilerin sadece politik güçle değil, aynı zamanda ahlaki üstünlükle de meşru sayılmaları gerektiği inancı, Çin’in tarihsel gelişiminde belirleyici oldu.
Han Hanedanı (M.Ö. 206 – M.S. 220) döneminde Tianxia felsefesi daha da kurumsallaştı. Bu dönemde Çin, tarihinin en geniş sınırlarına ulaştı ve Çin imparatorluğu, Tianxia'nın hem fiziksel hem de kültürel temsilcisi hâline geldi. İmparatorlar, kendilerini "evrenin hükümdarı" olarak tanımladı ve bu düşünce, diplomatik ilişkilerde kendini gösterdi. Kore, Vietnam ve Japonya gibi ülkeler Çin sarayına bağlılık sunmak üzere elçiler gönderdi. Bu durum, Tianxia’nın yalnızca bir Çin iç siyaseti paradigması değil, aynı zamanda bölgesel bir düzen kurma girişimi olduğunu ortaya koydu.
Çok katmanlı sistem

Tang Hanedanı döneminde (618-907) Çin, siyasi olduğu kadar kültürel olarak da zirveye ulaştı. Bu dönemde Budizm, Konfüçyüsçülük ve Taoizm bir arada varlık gösterdi ve Tianxia düşüncesi çok katmanlı bir kültürel sistem hâline geldi. Tang sarayında farklı etnik gruplara, dinî inanışlara ve kültürlere yer verildi. Bu çeşitlilik, Tianxia'nın kapsayıcılığına dayanak oluşturdu. İmparator, yalnızca Han Çinlilerinin değil, imparatorluk içinde yer alan tüm halkların lideri olarak kabul edildi.
Song Hanedanı döneminde (960–1279), Tianxia kavramı daha çok entelektüel tartışmaların konusu oldu. Neo-Konfüçyüsçülük akımı bu dönemde ortaya çıktı ve Tianxia, ahlaki düzenin evrenselleşmesi anlamında yeniden yorumlandı. Bilgelerin yönettiği bir toplum ideali ortaya atıldı. Bu dönemde yönetimin merkezinde yer alan elit sınıf, kendilerini hem kültürel hem de etik olarak üstün görerek Tianxia düzenini sürdürmeye çalıştı.
Ming Hanedanı (1368–1644), Moğol egemenliğinin ardından gelen bir ulusal uyanış dönemi olarak görüldü. Ming imparatorları, Çin’in eski görkemini yeniden tesis etmek amacıyla hem iç reformlar gerçekleştirdi hem de dış politikada aktif oldu. Zheng He adlı Müslüman denizci, Çin imparatorunun adına yedi büyük deniz seferi gerçekleştirdi. Bu seferler sırasında Güneydoğu Asya, Hindistan ve Afrika kıyılarına ulaşıldı. Bu hareketlilik, Tianxia düşüncesinin Çin dışında da etkili olabileceğini gösterdi. Zheng He’nin seferleri birer fetih değil, Çin’in üstünlüğünü tanıtan diplomatik ziyaretler olarak gerçekleştirildi. Bu da Tianxia sisteminin, Batı'daki sömürgeci anlayıştan farklı bir dünya görüşünü temsil ettiğini ortaya koydu.
Qing Hanedanı (1644–1912), Tianxia düşüncesinin hem son klasik uygulayıcısı hem de dönüşüm geçirici sürecin başlangıcı oldu. Mançu kökenli olan Qing hanedanı, Han Çinlileriyle birlikte Tianxia düzenini sürdürmeye çalıştı. Bu dönemde Tibet, Moğolistan, Sincan ve Tayvan gibi bölgeler Çin egemenliğine dâhil edildi ve çok uluslu bir imparatorluk yapısı oluşturuldu. Mançu imparatorları, kendi kültürel farklılıklarına rağmen Çin kozmolojisine bağlı kaldı ve Tianxia düşüncesini meşruiyetin temel dayanağı olarak kullandı. Ancak Batı’dan gelen emperyalist baskılar, bu sistemin çatırdamasına neden oldu.
19. yüzyılda yaşanan Afyon Savaşları, Tianxia sisteminin çöküş sürecini başlattı. Çin, Batılı devletler karşısında askeri ve teknolojik olarak yetersiz kaldı. İmzalanan eşitsiz antlaşmalar, Çin’in iç egemenliğini bile zedeledi. Bu durum, Tianxia felsefesinin ahlaki üstünlüğe dayalı evrensel düzen fikrinin gerçeklikten uzaklaştığını gösterdi. Batı'nın ulus-devlet temelli sistemi, Çin’in geleneksel yapısını sorgulattı. Çinli aydınlar, modernleşmenin zorunluluğunu fark etti ve bu da Tianxia'nın terk edilmesine yol açtı.
20. yüzyılın başında Çin Cumhuriyeti kuruldu. Cumhuriyetçi liderler, Tianxia düşüncesini feodal bir kalıntı olarak gördü ve yerine Batı tipi egemenlik anlayışını benimsedi. 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti kurulduğunda, Marksist-Leninist ideoloji devletin temel felsefesi oldu. Mao Zedong’un liderliğinde sınıf mücadelesine dayalı bir dünya görüşü benimsendi. Tianxia kavramı ise ideolojik olarak reddedildi ve resmi anlatıdan çıkarıldı.
Ancak 21. yüzyılda Çin’in yükselen bir küresel güç hâline gelmesiyle birlikte, Tianxia felsefesi akademik çevrelerde yeniden gündeme geldi. Özellikle filozof Zhao Tingyang, Tianxia’yı modern bir uluslararası ilişkiler modeli olarak önerdi. Ona göre, Batı'nın realist ve güç temelli uluslararası sisteminin aksine, Tianxia evrensel ahlaka ve kapsayıcılığa dayalı bir düzen önerdi. Zhao, Tianxia'nın tüm insanlığı kapsayan bir topluluk fikri sunduğunu savundu. Bu toplulukta, çatışma yerine uyum, rekabet yerine iş birliği öne çıkıyordu.
Bu yaklaşım, Çin’in dış politikasında da karşılık buldu. Kuşak ve Yol Girişimi (Belt and Road Initiative), ekonomik bağlantıları artırmanın ötesinde, Tianxia düşüncesine dayanan yeni bir uluslararası düzen tasavvuruydu. Çin, bu girişimiyle farklı kıtalardan ülkeleri ortak kalkınma vizyonu etrafında toplamayı hedefledi. Diplomatik söylemlerde "ortak gelecek", "karşılıklı saygı", "kazan-kazan ilkesi" gibi ifadeler, Tianxia'nın çağdaş yansımaları olarak kullanıldı.
Ancak bu durum, Çin’in küresel etkisini artırdığı bir dönemde eleştirileri de beraberinde getirdi. Bazı Batılı yorumcular, Tianxia’nın yeniden canlanmasını Çin merkezli yeni bir emperyalizm girişimi olarak nitelendirdi. Çinli entelektüeller ise bu eleştirileri reddetti ve Tianxia’nın özünde kapsayıcı, barışçıl ve ahlaki bir sistem olduğunu savundu. Tianxia, onlara göre Batı'nın sömürgeci geçmişine alternatif bir medeniyet teklifi sundu.
Netice olarak Tianxia felsefesi, Çin’in tarihsel kimliğinin, siyasal meşruiyetinin ve kültürel üstünlük anlayışının temel taşlarından biri olarak varlık gösterdi. Kadim dönemlerden modern çağa kadar pek çok kez dönüşüme uğradı, eleştirildi, yeniden yorumlandı ama hiçbir zaman tümüyle yok olmadı. Bugün hâlâ Çin’in hem iç siyasetinde hem de küresel vizyonunda dolaylı da olsa etkisini sürdüren bu felsefe, sadece Çin’i değil, insanlığın medeniyet anlayışını da şekillendirme potansiyeline sahiptir.