İsrail’in Büyük Çıkmazı: İzolasyon Altında Bir “Modern Sparta” Gerçekçi mi?

18.09.2025 - 15:44 | Son Güncellenme: 18.09.2025 - 15:49
İsrail’in sağ-muhafazakâr başbakanı ve Gazze’de iki yıldır aralıksız süren katliamın başlıca mimarı Binyamin Netanyahu, 15 Eylül 2025 tarihinde Kudüs’te gerçekleştirdiği ve ülkesinin ekonomik durumuna vurgu yaptığı “Sparta konuşmasıyla” ciddi tartışmalara neden oldu. Netanyahu’nun ülke içinde tepki çeken ve ülkeyi izolasyoncu bir çizgiye çekmeye ve bu sayede iktidarda kalmaya çalışmakla suçlandığı konuşmadaki ana çizgileri, Sparta’ya yapılan atıfları ve bunun gerçekçi olup olmadığını ele alacağım.
İsrail’in artan yalnızlığı ve her sahada “izolasyon” gerçeği
Netanyahu’nun tarihe “Sparta konuşması” olarak geçmesi muhtemel bu söylemlerini irdelemeye geçmeden önce, bu tür bir söylem geliştirmesine neden olan, İsrail’in son iki senede giderek artan şekilde karşımıza çıkan yalnızlaşması olgusuna yakından bakmakta fayda var.

-Ekonomik yaptırım tehditleri ve yatırımların geri çekilmesi: Geçtiğimiz günlerde İspanya’nın 1 milyar Euro tutarındaki İsrail’le ticaret anlaşmalarını iptal etmesi, Norveç’in 2 trilyon dolar büyüklükteki devlet varlık fonunun İsrail’deki yatırımlarından çekilmesi ve bilhassa Batı’da artan ticari boykot söylemleri İsrail’i ekonomik/finansal çerçevede ciddi bir izolasyona doğru götürüyor.
Son olarak AB dış ilişkiler şefi Kaja Kallas’ın AB ile İsrail arasındaki ticaret anlaşmalarını kısmen dondurmayı gündeme almaya hazırlandıkları açıklaması İsrail açısından alarm zillerini çalmış görünüyor. Bu askıya alma girişimi, bu aşamada İsrail’e sağlanan bazı ayrıcalıklı ticaret düzenlemelerinin kaldırılmasını ve standart tarifelere tabi tutulmasını öngörse de ilerleyen dönemde tamamen askıya alma seçeneği de açık görünüyor. 2024 rakamlarıyla toplam 141 milyar Euro olan İsrail’in dış ticaret hacmi içerisinde AB ülkeleriyle yapılan ithalat-ihracat işlemleri 42,6 milyar Euro seviyesinde gerçekleşti ki İsrail’in dış ticaret hacminin %34’ünün tek başına AB ile yapılması bu açıdan başlı başına önemli.
İsrail’in ihracat pazarında %27-28 oranıyla ABD ilk sırada yer alırken, ihracatın % 37’si AB ülkelerine, %24’ü ise Asya pazarına gerçekleşiyor. İthalatta ise ilk sırada Çin yer alıyor ki %18 civarındaki payıyla Pekin’i dış ticarette karşısına almak, meşhur Sparta konuşmasında üst perdeden konuşan Netanyahu için dahi oldukça cesur bir hamle olarak görünüyor.
-Avrupa, İslam Dünyası ve diğer ülkelerden gelen yoğun tepkiler: Avrupa Birliği’nin AB-İsrail ticari anlaşmasını askıya alma girişimi bir günde ortaya çıkmadı, iki senedir her gün artarak sürdürülen katliamın Batı kamuoyunda yarattığı nefretin tetiklediği bir kolektif yaptırım çağrısından kaynaklanıyor. İsrail’e koşulsuz destek veren İngiltere, Fransa gibi ülkelerin dahi zaman içinde artan kamuoyu baskısı ve protestolar nedeniyle daha eleştirel tutum takınması, özellikle Gazze’ye yardım gönderilmesinin engellenmesi ve sivil ölümler konusundaki açık eleştirileri de İsrail açısından büyük bir politik destek kaybına işaret ediyor.
İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği gibi yapıların gecikerek ve cılız da olsa aldığı “kınama” kararlarının yanında; Brezilya, Kolombiya, Şili gibi Latin Amerika ülkelerinin İsrail’deki büyükelçilerini geri çekmesi, Bolivya’nın ilişkileri tamamen kesmesi de bu açıdan izolasyonu genişletti.
-Kültürel ve sportif alanda giderek artan dışlanma: İsrail’e yönelik kamuoyundaki protestolar ve politik/diplomatik tepkilerin en yoğun hissedildiği alanların başında kuşkusuz kültürel ve sportif faaliyetlerdeki boykot çağrıları geliyor. Eylül 2025’te düzenlenen Avrupa Basketbol Şampiyonası’nda İsrail milli takımına gösterilen tepki, İspanya Başbakanı Sanchez’in İsrail’in tüm sportif müsabakalardan menedilmesi çağrısı gibi adımlar bu açıdan dikkat çekiyor. Son olarak Avrupa çapındaki en önemli kültürel aktivitelerin başında gelen Eurovision yarışmasına İsrail’in katılması halinde etkinliği boykot edeceğini açıklayan İspanya’ya, İrlanda, Slovenya, Hollanda gibi ülkelerin de katılmasının yanında, İzlanda ve Belçika’nın da benzer açıklamaları İsrail açısından boykotun sadece ekonomik ve siyasi sahada kalmayacağını gösteriyor.
-Uluslararası hukuk ve ceza mahkemelerinin baskısı: Uluslararası Ceza Mahkemesi ve diğer insan hakları kuruluşlarının, Gazze’deki sivil ölümlerin ve insani krizin derinleşen boyutlarını incelemek üzere girişimlerde bulunması, İsrail’in uluslararası mahkemelerde savunma pozisyonunu giderek zayıflatıyor. Daha önceki Gazze operasyonları sırasında BM Güvenlik Konseyi kararlarını ve uluslararası adalet mekanizmalarının adımlarını ABD ve diğer Avrupalı ülkelerin aktif desteği sayesinde kolay aşabilen İsrail açısından, bu sefer daha ciddi bir hukuki tehdit söz konusu. Son olarak İtalya Başbakanı Meloni’nin, Netanyahu’yu ülkesine gelmesi halinde tutuklama tehdidinin bu açıdan bir ilki başlattığı söylenebilir.
Öte yandan “soykırım” gibi utanç verici bir uluslararası suç ve lekeyle itham edilen İsrail açısından, bunun getirdiği politik ve hukuki yükün nesiller boyu süreceği aşikâr. İsrail savunma sanayisinin yanında, tüm bir İsrail ekonomisini hedef alan ticari boykotun genişlemesi, İsrail ile bağlantılı yabancı şirketlerin de yaptırım kapsamına alınması, finans kurumlarından dışlanma tehditleri de sözkonusu izolasyonu ağırlaştıran unsurlar.
-İsrail’in bölgede hızla yalnızlaşması: Önceki yıllarda Mısır, Ürdün ve Körfez ülkeleri İsrail’in saldırganlığına karşı genelde diplomatik tepki gösterip cılız tepkiler verirken, Gazze soykırımı sürecinde bu tepkiler –İsrail’le aralarındaki normal ilişkiler ve ABD’ye rağmen- sertleşme eğiliminde. İsrail siyaseti ve kamuoyunda, ekonomik ve ticari yaptırımlarla birlikte “izolasyon” endişelerini arttıran ikinci bir unsur, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki “dost” Arap ülkelerinin dahi sert bir söyleme kaymış ve yaptırım çizgisini seslendirmekte oluşu. Bu aslında ABD’nin Trump başkanlığı döneminde sürdürdüğü “İbrahim Anlaşmaları” süreçlerinde İsrail’i bölgedeki ABD müttefiki Arap ülkeleriyle barıştırma ve ilişkileri normalleştirme projelerini de sekteye uğratıyor.
İsrail’in Soğuk Savaş döneminde izlediği Arap olmayan bölge ülkeleriyle ilişkileri geliştirme ve bu meyanda Türkiye ve İran gibi bölge ülkelerinin desteğini alma stratejisi de uzun zamandır çökmüş durumda. Dolayısıyla gelinen aşamada İsrail’in kendi bölgesinde ve geniş Ortadoğu’da tam bir düşmanlık çemberiyle karşı karşıya olduğu ve bu çemberi kendi elleriyle bile isteye derinleştirdiği İsrailli uzmanların dahi kabul ettiği bir gerçek.
Netanyahu’nun “Sparta konuşması”ndaki ana hatlar
Başbakan Netanyahu 15 Eylül’deki konuşmasında, bilhassa yukarıda sıraladığım izolasyon koşullarının bilincinde olarak, giderek artan politik, diplomatik ve ekonomik izolasyonlarla karşı karşıya olduklarını söyledi. Bunu yaparken, izolasyonu azaltacak herhangi bir önlemden bahsetmediği gibi, bu ülkelerin ve uluslararası toplumun İsrail’i neden büyük bir tehdit olarak gördüğüyle ilgili bir özeleştiri de yapmadı. Keza düşmanları azaltma stratejisine önem veren klasik İsrail dış politikasının uzun bir zamandır terk edildiği de yine bu konuşmayı takip eden dikkatli gözlemcilerin altını çizdiği bir husus.

Netanyahu bu konuşmada, kendi destekçilerine ve son yıllarda hızla dindar ve milliyetçi varyantlarıyla sağa kayan İsrail kamuoyuna açık bir mesaj verdi: “Biz süper Sparta olacağız!” Özellikle silah sanayi ve savuna sektörüyle ilgili dış ticari bağımlılığa vurgu yaptı, ithal silah ve mühimmat kesintilerine karşı yerli üretimin ve savunma sanayisinin güçlendirilmesi gerektiğini vurguladı. Bunlar İsrail sağ siyaseti için çok alışılmadık şeyler değil; İsrail 1948’den önce de silahlanma ve saldırganlık motivasyonuyla hareket eden bir kurmay akla ve sömürgeci işgali kendine “ilahi bir vaat” olarak gören kolonyal zihniyette bir halka sahip.
Ancak Netanyahu’nun konuşmasında İsrail kamuoyu açısından en fazla tepki çeken ve alarm zillerini çalan söylem “otarşi” vurgusu, yani bir nevi içine kapanıp kendi yağıyla kavrulma ekonomisi. İktisadi terminolojide, ekonomik faaliyetler ve dış ticaret terimleri açısından, dışa bağımlılığı azaltma ve üretim için ihtiyaçları mümkün olduğunda iç kaynaklarla karşılama olarak tanımlanan “otarşi” sadece ekonomik bir anlam taşımıyor, daha ziyade politik bazı izolasyonist çağrışımları akla getiriyor.
Daha ziyade uluslararası sistemden politik ve ekonomik olarak dışlanan, ambargo ve yaptırım altındaki ideolojik ülkelerin başvurduğu bu söylem, bilinçli bir tercih değil esasen. Zira ünlü ekonomist David Ricardo’dan beri, uluslararası ekonomide “karşılaştırmalı üstünlükler” kuramı çerçevesinde, ithalatın daha az maliyetli ve sürdürülebilir olduğu durumlarda devletler dış ticareti önceler ve maliyet avantajlarından yararlanarak kalkınmada üstünlük sağlar. Üstelik içine kapanma hali bir süre sonra ekonomide verimsizlik, yüksek maliyetler ve nihayetinde refah kaybı doğurur; bunun yanında doğrudan yabancı yatırımlar, dış finansman ve ticaret ortaklıkları da bu tür söylemlerden ve uygulamalardan zarar görür. Sonuçta ise tam bir “izolasyon” başlar.
İran’ın 1979 Devrimi’nden beri ambargo altında yaşaması ve nükleer müzakerelerde en önemli talebinin yaptırımların kaldırılması olması, bu tür ekonomik izolasyon adımlarının devrim ülkelerinde dahi ne denli varoluşsal bir tehdit haline geldiğinin açık bir örneği aslında. Nitekim bu söylem İsrail ekonomi çevrelerinde, iş dünyasında ve finansal piyasada endişeye yol açtı; Tel Aviv borsasında düşüşler oldu, iş dünyası “bu vizyonla küreselleşen dünyada ayakta kalmanın zorlaşacağı” yönünde uyarılarda bulundu. İsrail’de bazı politikacı ve uzmanların “Kuzey Kore olmak istemiyoruz” yönündeki uyarı ve çağrıları da bu endişeye işaret ediyor.
Sparta’nın önemi ve Persler
Peki Netanyahu’nun bu konuşmasındaki Sparta neydi ve neyi temsil ediyor?
Antik Yunan dünyasının önemli şehir devletlerinden Sparta, özellikle askeri disiplin, kolektivist değerler, dayanıklılık, dışa bağımlılık yerine kendi kendine yetebilme, sade yaşam, yüksek düzeyde bir düzen olgusu ve savaşçı kültürüyle bilinen bir yapıya sahipti. Sparta, ekonomik açıdan tarım ve köle emeğine dayanıyordu, dışa açılma eğilimleri Atina’ya göre daha sınırlıydı. Ama en önemli özelliği belki de bu dışa kapalı yapının, farklı kaynaklara bağımlılığı sınırlamak ve komşularla çatışmaya hazırlıklı olmak için sürekli bir teyakkuz halinde olmasıydı.
Ancak Atina ile giriştiği rekabet ve Peloponnesos Savaşları sonunda kısa bir dönem Yunan coğrafyasında bir numaralı devlet haline gelse de, Sparta hızla güç kaybetti ve bu öncelikli durumu birkaç on yıldan fazla sürmedi. Sparta’yı, hırsları, önce duraklamaya sonra hızla yok olmaya sürükledi: Atina, Thebes, Korint ve Perslerle yapılan savaşlar sonunda ikinci sınıf bir güç haline geldi.
Netanyahu İran’la savaştan ve kendi başkentini bile orta menzilli füzelerden tam olarak koruyamadığı 12 günlük muharebeden birkaç hafta sonra ülkesini Sparta’ya benzetti. Bununla ne kastettiğini ve yapmak istediği tarihsel göndermeleri kendisi daha iyi bilir, ancak hatırlatmak gerekir ki Sparta’nın yükseliş ve düşüşünde Perslere karşı önce başarı kazanıp, sonra yenilmesi kritik bir rol oynamıştı. Ardından da önce İskender ve Makedonların, sonra da Roma’nın idaresi altında, bağlı bir eyalet olarak ve güçten düşmüş bir halde varlığını sürdürebilmiş, nihayetinde de ortadan kaldırılmıştı.
Netanyahu ne yapmak istiyor?
Netanyahu’nun “Sparta” söyleminin anlamı aslında açık (onun ağzından ve kendi cümlelerimle ifade edecek olursam): “Dört tarafı düşmanlarla çevrili bir coğrafyada, herkesle kavgalı bir halde ayakta durmaya çalışıyoruz. Bir yandan da kendi içimizdeki milliyetçi ve dindarların tarih ve teolojiye atıflarını tatmin etmeye çalışıyoruz. Bu şartlar altında içeride daha otoriter ve baskıcı olmak durumundayız. Dışarıda saldırgan ve bize düşmanlık güden herkese boyun eğdirebilmek için içeride şahsen güçlü olmam ve koltuğumu kaptırmamam ve ayrıca da iç cepheyi güçlü tutmamız lazım. Bunun elbette bir maliyeti olacak, dışarıda politik ve ekonomik izolasyon altındayız, bu ileride daha da genişleyip derinleşecek. Bunu aşmanın tek yolu kendi kendimize yeten bir ekonomi yaratabilmek. Bunun için acı çekeceğiz ama sonunda güçlü ve boyun eğdirilemez bir ülke olacağız.”
Netanyahu’nun söylemi aslında klasik bir sağ-muhafazakâr siyasetçinin “ben gidersem ülke mahvolur, benim kaderimle ülkemin kaderi birleşti” diskurundan ibaret aslında. Zira Yair Lapid, Yair Golan, Meirav Ben Ari, Gadi Eisenkot, Avigdor Lieberman gibi iç siyasetteki pek çok muhalifinin doğrudan Netanyahu’yu suçlamaları da bu diskurun içeride kamuoyunu ikna etmekte karşılaştığı zorlukları gösteriyor.
Netanyahu şu an yokuş yukarı gitmeye çabalayan bir bisikleti sürmeye çalışıyor. Pedal çevirmek zorunda sürekli, yoksa aynı noktada duramayacağı gibi tepetaklak düşme riskiyle karşı karşıya. İsrail iç siyaseti bugünlerde oldukça hareketli ve Netanyahu’yu tehdit eden adli dosyalar, ilk tökezleme ve koltuğunu kaybetme anında bütün bir politik kariyerini sona erdirme potansiyeli taşıyor. Dışarıda güçlü ve herkese boyun eğdiren ülke imajıyla milliyetçilere ve Siyonistlere, Gazze ve Batı Şeria’yı sömürgeleştirip ucuz işgücü sağlayarak kapitalist çevrelere, toprak kazandıran lider imajıyla dindar çevrelere şirin görünmek ve puan kazanmak çabası içerisinde.
Ancak İsrail siyasetinin son otuz yılına doğrudan damgasını vuran ve defalarca göreve gelen bu 75’lik siyasetçi için içeride ve dışarıda artık zaman daralıyor. Yeterli uluslararası destek sağlanırsa uluslararası ceza mahkemesinde soykırım suçlusu olarak sanık sandalyesine oturması da kariyer sonu sürprizleri arasında kendisini bekliyor olabilir.
Bundan sonra İsrail’den ne beklemeli?
Gelinen aşama itibariyle, İsrail’in içine kapanacağını, izolasyonist bir çerçevede otarşiye yöneleceğini ve kendini dış dünyadan soyutlayacağını düşünmüyorum. Bu seçenek her ne kadar Netanyahu’nun politik kariyerini “dışarıda savaş-içeride baskı-ülkeyi dışa kapatma” sarmalına bağlamış gibi görünse de, İsrail’de –son zamanlarda aşınmakla birlikte- kendi içindeki çoğulcu ve demokrasi benzeri ortamın buna izin vermeyeceğini düşünüyorum. İsrail’deki aklıselim siyasetçiler ve kamuoyunun, aşırı sağcı hükümetin bu tehlikeli gidişine dur diyeceğini, bölgeyi daha fazla kana boğacak bu tırmanmayı bir noktada değiştireceğine inanıyorum, buna inanmak istiyorum ve bunun için bir sürü iç-dış dinamik sayabilirim. İsrail’e yapılan eleştirilerin de içerideki bu ayrımları ve Netanyahu karşıtı bloku göz önünde bulundurarak yapılmasında fayda olduğunu düşünüyorum.
İsrail’in dış dünyadaki itibar kaybı, soykırıma uğramış bir halk olarak, 1940’lardan sadece birkaç onyıl sonra bu kadar canice bir soykırım işlemekteki soğukkanlı vahşeti, nesiller boyu bir utanç vesikası olarak bu rezilliği boynunda taşımasını getirecek.
İsrail’e yapılan soykırım eleştirilerini “antisemitizm” olarak etiketlemek artık uluslararası toplumda kimsede bir anlam ifade etmiyor, İsrail halkı Yahudi değil Budist veya Şintoist veya animist de olsa Filistinlilere yaptığı şey soykırımdır ve bunun suçluları yargılanmalıdır.
Umarım İsrail’deki aklıselim kamuoyu da artık “holokost endüstrisi”nin iflas etmiş durumda olduğunu ve kendilerinin başka halklardan hiçbir üstünlüğü olmadığını idrak eder ve Gazze’deki utancın bir daha tekrarlanmasını önler, bu tür siyaset esnafı soykırımcı katillerin yönetime gelmesine bir kere daha müsaade etmez.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.





