Dünü, Bugünü ve Yarınıyla Suriye- 13: Büyük Savaş’a Beş Kala Araplar ve Suriye

Dr. Mehmet Akif Koç, Suriye'nin tarihsel ve sosyolojik sürecini inceleyen serinin devamında; I. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı’nın Arap topraklarındaki siyasi, toplumsal ve milliyetçi hareketlerin gelişimini ve Arapların Osmanlı’dan kopuş sürecini Fokus+ için inceledi.
Mehmet Akif Koç
Dünü, Bugünü ve Yarınıyla Suriye- 13: Büyük Savaş’a Beş Kala Araplar ve Suriye
30 Mayıs 2025

1910’lara gelindiğinde, 20. yüzyılda Orta Doğu’nun politik ve toplumsal çehresini değiştirecek Büyük Savaş’ın ayak sesleri yavaş yavaş duyulmaktaydı. Osmanlı ve Arap dünyasına akisleri daha yavaş ve tedrici olsa da Avrupa’da Britanya-Fransa-Rusya arasında süratle güçlenip sağlamlaşan politik ittifak askeri boyut da kazanmaktaydı. Bu ittifak kuşkusuz boşlukta hareket etmiyordu; Almanların hızla sanayileşip siyasi/askeri gelişme içine girmesi ve bilhassa Britanya-Fransa ikilisiyle güç mücadelesine girişmesi, safların hızla netleşmesini beraberinde getirdi.  

Orta Doğu’da Osmanlı düzeni ve Avrupalıların rekabetinin yansıması 

19. yüzyılda Rusların kuvvetli bir şekilde Osmanlı’yı üst üste yenip geriletmesi, Balkanlardaki beş, altı asırlık Türk hâkimiyetinin sonunu getirmişti. Doğu Avrupa topraklarını daha erken dönemde kaybeden Osmanlılar için imparatorluğun en müreffeh eyaletleri olan Balkanlardaki bu kayıpları telafi etmek mümkün olmadı. Bu maddi ve beşeri kayıpları, toplumsal psikolojideki buhran izledi ve imparatorluk Türklerin dışında Arnavutlar, Kürtler ve Arapların oluşturduğu Müslüman çoğunluğa dayanmak durumunda kaldı ki Arnavutlar da çok geçmeden kopuş yolunu tutacaktı. 

Bu şartlar altında Araplara hem II. Abdülhamid hem de İttihatçı kabineler döneminde özel önem verildi, mamafih Arap nüfusun çoğunluğu da henüz hareketlenmiş değildi ve istikballerini Müslümanların yönetimi olarak gördükleri Osmanlı idaresi altında görüyordu. Ancak bu statik, örgütsüz ve hareketsiz çoğunluğun aksine, yaklaşık bir asırdır mayalanan Arap milliyetçiliği düşüncesi daha dinamik, örgütlü ve hareketli bir profil çiziyordu. Başlarda Hristiyan Araplardan oluşan bu milliyetçi dalga, zaman içinde dindar ve şehirli Araplar arasında da destek tabanını genişletti. Nitekim bölgedeki dört asırlık Türk hâkimiyetindeki en ciddi askeri isyana kısa bir süre sonra bir Arap din adamı, Peygamber soyundan Şerif Hüseyin öncülük edecekti. 

Avrupalı büyük güçlerin 19. yüzyılın başlarında Orta Doğu’ya yönelik artan ilgisi önce konsolosluk faaliyetleriyle, ardından okullar, hastaneler, kiliseler, aşevleri gibi sosyal tesislerle ivme kazandı. Kavalalı Mısır’ının Suriye’deki hâkimiyetinin son bulmasında İngiltere’ye borçlu kalan Osmanlı’nın bölgede başkonsolosluk açma yetkisi verdiği ilk devlet de tabiatıyla Britanya olmuştu. Kudüs’te 1838’de ilk başkonsolosluğunu açan Londra’yı, 1842’de Prusya, 1843’te Fransa, 1844’te ABD, 1849’da Avusturya izledi. Rusya Kudüs’teki başkonsolosluğunu resmen 1858’de açsa da 1840’tan itibaren bölgede resmi bir temsilci bulundurmaktaydı.  

Diplomatik temsilcilikleri misyoner cemaatlerin bu himaye altında faaliyet göstermesi süreci izledi, zamanla diğer sosyal networkler oluşturulmakta gecikilmedi. Büyük Savaş’a girileceği yıllarda İngilizlerin de Fransızların da Rusların da Almanların da hatta İtalyanların dahi kendilerine yakın mahalli cemaatleri vardı. Bu ülkelerin açtığı misyoner okullarında eğitim alan bölgedeki Hristiyan cemaatler arasında Protestanlık hızla genişliyor, var olan Katolik ve Ortodoks cemaatlerse hızla misyonerlerin öğretilerini benimsemeye, bir süre sonra ilgili devletlerin politik gündemlerini takip etmeye başlıyordu. Hatta bölgedeki Müslüman Araplar arasında da hem din değiştirme hem de eğitim faaliyetleri yoluyla, Batılı güçlerin politik etki alanı genişlemeye müsait bir zemin bulabiliyordu.  

Ayrılıkçı Arap örgütleri ve faaliyetleri 

Özellikle 1908 Meşrutiyet sürecinden itibaren tüm unsurlar gibi Araplar arasında da büyük bir politikleşme temayülü başladı. Bu yıllarda, Türklerle ve İttihatçılarla yakınlaşma ve işbirliğini amaçlayan ve devlet tarafından desteklenen cemiyet ve yapıların yanında, ayrılıkçı Arap milliyetçisi cemiyetlerin de kurulduğu ve faaliyetlerini arttırdıkları vakıadır. 

1912’de Kahire’de kurulan Hizb el-Lâmerkeziyye el-İdariyye, Osmanlı yönetimine karşı adem-i merkeziyetçi bir Arap yönetimini savunmaktaydı ve İstanbul’daki Arap örgütleriyle de Suriye ve Irak’taki milliyetçi cemiyetlerle de bağlantı halindeydi. Bu yapı, kuruluşundan hemen sonra hızla teşkilatlandı ki Arap meselelerindeki en etkili yapıların başında gelmekteydi. Sonradan meşhur olacak Aziz Ali el-Masrî’nin de kurucuları arasında olduğu el-Kahtaniyye örgütü ise Avusturya-Macaristan modelinde Arap-Türk monarşisini savunan bir gizli cemiyetti. El-Kahtaniyye Cemiyetinin ordu içindeki yapılanması ise el-Ahd olarak bilinir. 1911’de Paris’te Müslüman Arap öğrenciler tarafından kurulan el-Fetât ise Arapların bağımsızlığı ve Müslümanların politik ajandasıyla ilgili bir yapıdaydı. Bu yapıların haricinde Kahire, Şam ve Beyrut’ta iril ufaklı çok sayıda gizli cemiyet faaliyet göstermekte, milliyetçi bilincin oluşmasında rol oynamaktaydı. 

Bu gizli cemiyetler, Meşrutiyet’in özgürlükçü atmosferinde Suriye ve Lübnan’da sayıları artan (Kahire’de zaten eskiden de yaygındı) gazete ve dergilerin çevresinde toplanıp, hem bunları destekleyerek hem de bu matbuat faaliyetleri vasıtasıyla geniş kitlelere seslerini ulaştırarak Arap kamuoyunun şekillenmesinde etkili oldular. Bu noktada bilhassa (Cemaleddin Afgânî ve Muhammed Abduh çizgisini takip eden) Reşid Rıza ve Abdurrahmen el-Kevâkibî gibi Suriyeli Müslüman Arap aydın ve gazetecilerin kamuoyu oluşturmadaki rolleri kaydadeğerdir.  

Bununla birlikte, Araplar arasında İttihatçılara ve Türkleştirme olarak görülen politikalara karşı olmakla birlikte, Müslümanların idaresi olarak görülen Osmanlı birliğinin bozulmamasını savunan geniş kitlelerin de matbuatta sesi güçlüdür. Bu şartlarda Reşid Rıza, Kevâkibî gibi aydınların halkın bütününü peşine takıp etkileyebildiği, Arap İsyanı’nın bu aydınların çalışmalarının sonucu olarak görülebileceği iddiası hayli mübalağalıdır. Böyle olsaydı Arap İsyanı başlar başlamaz Suriye’nin bir bütün halinde Şerif Hüseyin ve oğullarıyla birlikte hareket etmesi beklenirdi, ancak sahadaki vaziyet böyle değildi.  

Bilhassa Arap Yarımadası’ndaki kabile şeyhleri ve nüfuzlu mahalli liderlerin (İbnü’s-Suud, İbnü’r-Reşid, Mübarek es-Sabah, İmam Yahya, Seyyid İdrisî gibi), şehirlerdeki Arap aydınların ve milliyetçi kesimlerin bu politik faaliyetlerine destek vermediği ve mesafeli durduğu da not edilmelidir. Fakat isyan sonrası şartlara uyum çabası ve Osmanlı’nın bölgedeki politikalarının savaş şartlarında sahada bazı kritik değişikliklere yol açtığı hususu da gözden kaçırılmamalıdır.  

Arapların memnuniyetsizliği ve kopuşun tek sorumlusu “emperyalist dış güçler” miydi? 

Bu noktada altını çizmekte fayda gördüğüm bir hususu kayıt altına almak istiyorum: Türkiye’de bilhassa muhafazakâr çevrelerde çok yaygın olan, “Osmanlı idaresi altında Arapların herhangi bir sorunu bulunmadığı, Avrupalı emperyalist güçlerin bölgeye gelmesinden sonra onların kışkırtmasıyla işlerin rayından çıktığı, Arapların kandırıldığı” vs yönündeki okumaları tek boyutlu ve büyük ölçüde romantik buluyorum. Fransız Devrimi’nden etkilenen diğer tüm toplumlar gibi Arapların da kendi milliyetçi uyanışları söz konusuydu ve bu doğal bir sosyolojik süreçti. Osmanlı merkezi idaresinin uzun zamandır ihmal ettiği bu bölgeleri son yarım asırda yeniden hatırlayıp “elde tutma” hamleleri, sadece bir müsabakanın uzatma dakikalarındaki çabalara benzetilebilir.  

Avrupalı güçlerin emperyalist oldukları ve bölgedeki dengeleri karıştırarak ayrılıkçı eğilimleri ve fay hatlarını tahrik ettiği doğrudur. Lakin buna mukabil, Osmanlı devrinin bir “asr-ı saadet” olduğu tevehhümü de sadece bir hüsnükuruntudan ibarettir. Bu okuma, süreçteki tüm suçu yabancılara ve dış güçlere yükleyerek, hem Osmanlı idaresinin yetersizlik ve sorunlarını hem de Araplar arasındaki ayrılıkçı eğilimleri ve milliyetçi uyanışı göz ardı eder. Böyle olunca da meseleleri tüm boyutlarıyla tahlil edip ders çıkarmak yerine, kolay olan yapılır ve sürekli dış güçler heyulası suçlanarak, var olan köklü sorunlar halının altına süpürülür. 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.