Dünü, Bugünü ve Yarınıyla Suriye - 12: İttihatçılarla Suriyelilerin ilişkileri


II. Meşrutiyet’in ilanının hemen ardından sürece en faza destek veren iki bölge ön plana çıkıyordu. İhtilalin örgütlendiği Rumeli vilayetlerindeki destek zaten olağandı ve beklenen bir durumdu. Ancak diğer tüm Osmanlı vilayetleri arasında Suriye’deki hürriyet taraftarı Müslüman ve Hristiyan Arap aydınlar Meşrutiyet’i coşkuyla alkışlamakta tereddüt etmedi. II. Abdülhamid yönetiminin eşraf ve seçkinleri ön plana çıkaran politikaları, Arap milliyetçiliğinin gelişeceği ortamı yaratmakta katkıda bulunmanın ötesinde, istibdat karşıtı Arap çevrelerle İttihatçıların birlikteliğine de zemin hazırladı. Ancak bu balayı havası fazla uzun sürmeyecekti.
Eski düzenin sonu: Taşrada memnuniyetsizliğin örgütlü yükselişi
1908 Meşrutiyet’i sonrasında işbaşına gelen hükümetlerin önceliği, yeni sistemin siyasal güvenliğini sağlama ve merkezileşmiş bir idari denetim kurma siyaseti oldu. Bunun için de hem payitahtta hem de taşrada adeta bir devr-i sâbık yaratılması gerekiyordu, yaratıldı da. İstanbul’daki imparatorluk nâzırları ve bürokratları taşradaki devlet ricali izledi, eski devirle hızlı bir hesaplaşmaya girişildi.

Ancak bu adımlar taşrada ciddi bir aksülamel doğurmakta gecikmedi. Bunun izlerini, İttihatçıların taşradaki bilgelikten uzak politikalarıyla küstürülüp tasfiye edilen köklü Arap ailelerin, daha sonra 1915-16 Arap İsyanı boyunca ve başkaldırıya giden süreçteki faaliyetlere katılımında takip etmek mümkündür.
Örneğin el-Âbid’ler 20. yüzyılın başında Şam’ın en varlıklı ailesi olup, hem II. Abdülhamid’in İstanbul’daki merkezi idaresinde hem de Suriye’nin yönetiminde güvenilip görev verilen eşraf arasındaydı. İttihatçılar geldiklerinde el-Âbid ailesi üyelerini görevden almakla kalmadı, topraklarına el koyduğu gibi ailenin önde gelen isimlerini yurtdışında sürgüne gönderdi. Benzer şekilde, bir başka Suriyeli tanınmış eşraf ailesi el-Azm’lar da sâbık padişah döneminde siyasal ve mali açıdan gözetilip kayırılan çevreler arasındaydı, hatta 1890’larda ailenin iki üyesi İstanbul’daki Osmanlı kabinesinde kendine yer bulabilmişti. İttihat ve Terakki’nin Suriye’deki politikası, el-Azm’ları da ayrıcalıklı konumlarından azletti ve yerlerine kendilerine sadık kimseleri getirdi.
Bu siyaset kuşkusuz eski rejimle hesaplaşma saikinin yanında, taşradaki küçük hesaplaşmaların da bir yansımasıydı. Ancak “dehri yaratan, eyyâmı da insanlar arasında çevirip durmakta” idi. Öndegelen Arap ailelerinin memnuniyetsizliğinin ve tasfiye edilmişliklerinin acısını yöneltecekleri yeni mekanizma Arapçılık akımı olacak, önce Osmanlıcılık iddiasının iflasına sonrasında bizzat imparatorluğun ve dört asırlık birlikteliğin çöküşüne yol açacaktı.
Bazı sorunlu tarih okumaları
Bu noktada tarihe bakarken gözden kaçırılan bir hususu açığa kavuşturmakta fayda var: II. Abdülhamid’in devletin çökmesini tek başına engellediği iddiası ne kadar mübalağalıysa, İttihatçıların onun tahttan indirilişinden 9 sene sonra yanlış politikalarla imparatorluğu çöküşe götürdükleri iddiası da aynı şekilde mübalağadır ve gerçeğin sadece bir bölümünü izah eder. Benzer şekilde, bu tutumun tam aksi yönde, Abdülhamid’in politikalarının altı asırlık bir imparatorluğu tek başına çöküşe sürüklediği iddiasının da fazla ciddiye alınacak bir yanı yoktur. Bu iki yaklaşım da tarihsel süreklilik olgusunu ve birikimli ilerleyerek gelen iç ve dış sorunların kümülatif etkisini tümüyle göz ardı eder.
Bununla birlikte, Abdülhamid’in tecrübeli ve taşrayı bilen siyasetinin aksine, İttihatçıların bilhassa ilk yıllarda Suriye’nin sosyolojisini pek de gözetmeden attığı bu tür adımlarının taşradaki nüfuz sahibi kuvvetli aileleri yeni rejime yabancılaştırdığı, iç toplumsal ve dış siyasi etkenlerle birleşince ayrılıkçı temayülleri güçlendirdiği de açıktır.
Bu noktada bir başka dinamik de Hristiyan ve Müslüman Arapların İttihatçılara yaklaşım farklılığıdır. Müslüman Araplar tıpkı Abdülhamid dönemindeki gibi İstanbul’da yeni kurulacak Osmanlı kabineleri ve mecliste rol alma saikiyle hareket ederken, 19. yüzyılda yükselen Arap milliyetçiliğinin de lokomotifi olan Hristiyan Araplar arasında, Fransız ve İngilizlerin de politik ve kültürel tesiriyle birlikte ayrılıkçı eğilimler artma istidadı göstermekteydi. Hristiyan Araplar, 19. yüzyıldaki milliyetçilik cereyanında öncü rol sahibi oldukları gibi bilahare Soğuk Savaş döneminde yükselecek Arap milliyetçiliği ve Baas tipi oluşumlarda da keza teorik ve pratik sahada önemli rol oynayacaktı.
Kuşkusuz Suriyeli Araplar arasında Emir Şekib Arslan, Reşid Rıza, Satı el-Husri gibi; yeni rejimle uzlaşılması, Osmanlılık üst kimliği altında birlikteliğin korunması, Türk-Arap birliğinin kavi tutulması gerektiğini savunan nüfuzlu isimler de vardı. Ancak milliyetçilik cini bir kere şişeden çıkınca, hele Büyük Savaş öncesi yaşanan derin hercümerç döneminde imparatorluğun zayıflayan sosyolojisinin bir arada tutulabilmesi fevkalade güçlük arz etmekteydi. Buna ilaveten, İttihatçıların Türkler arasında bile birliği sağlaması bu şartlarda zorken ve Meclis içinde de Osmanlı-Türk aydınları arasında da çok büyük itirazlarla karşılaşırken ve zaman zaman kopmalar yaşanırken, Arapların ITC ile ilişkilerinin lineer bir ilerleme aksı takip etmesi kolay değildi.
Meclis içinde ve yurt dışındaki Arap örgütlenmeleri

Nitekim, İttihatçılara karşı Suriyeli Arapların ilk örgütlü itirazı, bölgenin ileri gelen kıdemli siyasetçilerinden Abdülhamid ez-Zehravî’nin Meclis-i Mebusân’daki Arap mebusların doğal lideri haline gelmesi ve yeni yönetimin Araplara dair siyasetini açıktan eleştirmeye başlaması oldu. Bilhassa 1909-10 yıllarında Meclis’teki Arap mebusların en öncelikli gündemlerinde biri; Suriye ve Arap vilayetlerine tayin edilen memurların, bilhassa yönetici ve hâkimlerin yerel dilleri bilme geleneğinin çiğnenmesi, resmi daireler ve mahkemelerde Türkçenin zorunlu tutulması ve Arapçanın resmi hayatın dışına çıkarılmasına yönelikti.
Araplar arasında bu adımlar, kimi zaman “Türkleştirme” ve imparatorluğun çokkültürlü yapısının çiğnenmesi olarak algılanmaktaydı. Pratikteki bu adımların Türklerin, imparatorluğu özellikle Rumeli’de kaybetme telaşının yansıması olduğu vakıadır, ancak bu sefer Arapları ve diğer Müslüman unsurları da kaybetme tehlikesi ortaya çıkmış oluyordu; en azından Arap mebuslar ve aydınlardaki genel kanaat bunu doğrulamaktaydı.
Nisan 1909’da bir grup Arap mebus İtidal Fırkası adıyla gayriresmi bir partileşme arayışı içine girdi. Aynı yılın Kasım ayında çoğunluğu Arapların oluşturduğu kırk kadar mebus (içlerinde Ermeni, Türk ve Arnavut üyeler de mevcuttu), Ilımlı Serbest Parti’yi kurmak üzere uzlaşıya vardı. Her ne kadar bu yapılar resmen partileşmediyse de adem-i merkeziyetçi ve liberal görüşleri savunan Hürriyet ve İtilaf Fırkası kurulup da İttihatçılar karşısında en önemli politik rakibe dönüşünce, bu memnuniyetsiz Arap mebuslar da İtilafçılara katılmakta gecikmedi. Hatta Şükrü el-Aselî fırkanın idare meclisi üyesi olurken, Arap mebusların lideri konumundaki Abdülhamid ez-Zehravî de merkez idare heyetine girdi.
Ancak İstanbul’da mebuslar arasındaki bu örgütlü itirazlar 1912’de düzenlenen seçimlerde sahaya ve sandık sonuçlarına yansımadı. Bunun ilk sebebi olarak, İttihatçıların sahip oldukları kamu imkânlarıyla sandık sonuçlarını belirleyebilme gücü, baskı ve hile uygulamaları gösterilir. İkinci olarak İtilafçıların örgütlü ve organize hareket edememeleri, memnuniyetsizlikleri sandığa yansıtamamalarıdır. Keza İttihatçıların doğru isimlerle seçimlere girmesinin de bunda rolü söz konusudur. Ancak ittihatçıların bu seçim zaferi pratikte başka sonuçlara da yol açacaktır.
İktidara alınmamalarına içerleyen, yapılan seçimlerde kendi topraklarında dahi yenilgi yaşayan bazı Arap seçkinleri, İttihatçıların Türklerin lokomotifliğindeki Osmanlıcılığına alternatifler düşünmeye başladılar. Önce 1913’te Kahire merkezli olarak (o dönem İngiliz yönetiminde olan Mısır, Osmanlı muhaliflerine sığınak olmaktaydı), Osmanlı İdari Adem-i Merkeziyetçi Partisi kuruldu. Partinin başkanı, İttihatçıların küstürdüğü Suriyeli eşraftan Azm ailesinden Refik el-Azm idi. Bu parti ve Paris’teki Arap öğrenci derneği tarafından ortak düzenlenen 1913 Arap Paris Kongresi ise, genel anlamda modern dönem Arap milliyetçiliğinin en önemli dönüm noktaları arasında gösterilir. Kongre kararları ayrılıkçı değil Osmanlıcı bir çözüm öngörür.
İttihatçıların bazı yetersiz adımları
Nitekim İttihatçılar da Araplardaki bu huzursuzlukları fark ederek somut adımlar atmak zorunda hissetmişti. Zira imparatorluğun Türkler dışında elde kalan en önemli bileşeni Araplardı ve onlar arasında da ayrılıkçı hareketler, dış müdahalelerle hız kazanabilirdi. ITC bu çerçevede Mısırlı bir ismi, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu Said Halim Paşa’yı sadrazamlığa atadı (1913-17) ve Arap nüfusun desteğini kazanmayı umdu.
Keza Paris Kongresi’nin başkanı ve dört Arap ayanını da Osmanlı senatosuna atadı, taşrada da Abdülhamid dönemi seçkinler siyaseti uygulamalarını andırır şekilde Arap eşraf idari makamlara getirildi. İttihatçıların ve devletin refleksi, Büyük Savaş öncesinde iç bütünlüğü sağlamak, ayrılıkçı sesleri bastırmak mümkün değilse de en azından kısmaktı. Fakat büyük tufanın patlaması için artık yıllar değil aylar kalmıştı ve atılan adımlar yaklaşan felaketi önlemeye yetmiyordu.