Dünü, Bugünü ve Yarınıyla Suriye- 11: 1908 II. Meşrutiyet Suriye’si 

Dr. Mehmet Akif Koç, Suriye'nin tarihsel ve sosyolojik sürecini inceleyen serinin devamında; 1908 II. Meşrutiyet’in ilanının ardından Suriye’deki siyasal ve entelektüel ortamda yaşanan dönüşümleri, Osmanlı merkezi ile Arap vilayetleri arasındaki ilişkileri Fokus+ için inceledi.
Mehmet Akif Koç
Dünü, Bugünü ve Yarınıyla Suriye- 11 1908 II. Meşrutiyet Suriye’si 
16 Mayıs 2025

Suriye ve Arap vilayetleri II. Abdülhamid döneminin bilhassa sonlarına doğru daha fazla göz önünde tutuldu ve nüfuzlu Suriyeli devlet adamları vasıtasıyla Yıldız Sarayı’nda üst düzeyde temsil edilme imkânı buldu. Ancak bazı çevrelerin retrospektif bakışla bir nevi asr-ı saadet olarak andıkları, diğer bazı çevrelerinse istibdat boyutunu öne çıkardıkları 33 yıllık Abdülhamid saltanatı ilanihaye sürmeyecekti.  

Abdülhamid’in iktidara gelirken ilan ettiği ama kısa bir süre sonra askıya aldığı Meşrutiyet, bu sefer oldukça güçlü bir şekilde geri dönecekti. 33 yıl evvel, sonradan hazana dönüşecek bir umutla Abdülhamid dönemini başlatan Meşrutiyet, bu sefer hazanı da kışı da sona erdirecek ve başka bir baharı müjdeleyecekti. Ancak bu seferki baharın, altı asırlık imparatorluğun tasfiye edilip tarihin tozlu raflarına kaldırılacağı bambaşka bir kışın habercisi olacağını, “inkılabın müessisleri” de onları kayıtsız şartsız takip eden coşkulu kalabalıklar da henüz bilebilecek durumda değildi.  

1908 Temmuz: II. Meşrutiyet ve Suriye’deki hürriyetçi çevreler  

II. Meşrutiyet, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Osmanlı ordusu içinde teşkilatlı asker kanadının öncülük ettiği, Makedonya’daki askeri birliklerin subay ve askeri kadrosuyla destek verip sürüklediği bir hareket olarak, kısa sürede Manastır ve Selanik’te kontrolü ele aldı ve Meşrutiyet’i yeniden ilan ettiklerini İstanbul’a duyurdu. Bu döneme kadar otoriter idaresiyle subaylar ve entelektüeller üzerindeki itibarını büyük ölçüde yitirmiş olan Yıldız Sarayı bu oldubittiye karşı koymakta zorlandı. II. Abdülhamid 24 Temmuz 1908’de Kanun-i Esâsî’nin on yıllar sonra yeniden yürürlüğe konulduğunu ilan etmek zorunda kaldı.   

32 sene önce bir dayatmayla anayasayı askıya alıp meclisi dağıtan padişah, bu sefer başka bir dayatmaya boyun eğmek zorunda kaldığını hissediyor, ordudan gelen bu talebe karşı koyması halinde daha büyük sorunlarla karşı karşıya kalacağını biliyordu. Akıntıya karşı direnmedi ve böylece yeni bir dönemin kapısı aralanmış oldu.  

Bu yeni dönem, sadece Balkan vilayetleri ve İstanbul’da değil, başta Arap vilayetleri olmak üzere geniş bir alanda yankılandı, ciddi bir heyecan doğurdu. Zaman ve mekânlar aşan etkisiyle, sınırlar üstü bir atmosferde yankılanan 1789 Fransız Devrimi’nden derinden etkilenen bu Türk işi devrim de “hürriyet, uhuvvet ve müsavat” sloganlarını kendine şiar edinmişti. Bilhassa adalet söylemi Arap entelektüeller arasında akis bulacak, bir sonraki hayal kırıklığına kadar umut ve müspet beklentiler Arap vilayetlerinde Jön Türkler ve 1908 Devrimi lehine bir vasat yaratacaktı.  

Esasen Arap münevverler istibdat karşıtı söylemleri ve Meşrutiyet taleplerini daha II. Abdülhamid döneminde dile getirmekte, bundan dolayı bedel ödeyenler, jurnallere maruz kalarak cezalara çarptırılan ve sürgüne gitmek zorunda kalanlar bulunmaktaydı. Örneğin dönemin Arap münevverleri arasında, Arap milliyetçiliğinin ilk kuşağına mensup ediplerden Fâris eş-Şidyâk’ın oğlu Selim Fâris (1826-1908), bir dönem Suriye’de babasıyla birlikte yürüttüğü gazetecilik faaliyetlerini yurt dışında sürdürmek zorunda kaldı, Londra’da çıkardığı Hürriyet gazetesi vasıtasıyla Osmanlı Arap entelektüelleri üzerinde liberal fikirlerin yayılmasına hizmet etti.   

Benzer şekilde Paris merkezli bir oluşum olan Türk-Suriye Komitesi, Lübnan Dürzîlerinin önde gelen ailelerinden birine mensup olan Emir Emin Arslan, I. Meşrutiyet Meclisi’nde Suriye mebusu olarak yer alan Hristiyan Arap Halil Ghanem ve Katolik rahip Aleksis Kâtib tarafından 1895’te kuruldu. Bilahare İttihat ve Terakki’ye (ITC) katılan bu yapı, İttihatçıların Suriye’de örgütlenip taraftar bulmasında etkili oldu. Reşid Rıza, Abdurrahman el-Kevâkibî, Abdülhamid el-Zehravî, Muhammed Kürd Ali, Corci Zeydân gibi Arap entelektüellerin hürriyet yanlısı ve istibdat karşıtı yazı ve söylemleri de yeni döneme alışmaya çalışan Suriye’nin fikrî adaptasyonunda önemli rol oynadı.   

Bazı yazarlar 1908 Temmuz’dan hemen sonraki aylarda, ITC ile bazı Suriyeli münevverler arasında yaşanan birlikteliği “balayı” olarak nitelendirir, Cemiyet’i ve Osmanlıcılık fikrini destekleyen bu çevreler sayesinde Suriye’de geçiş döneminin nispeten sorunsuz atlatılabildiğini savunur. Çeşitli modern dönem Arap araştırmacılar, 1908 Devrimi’ne Suriye’deki tepkilerin cılız kaldığını, sınırlı kutlamalar ve ilgisizlik/şüphecilikle karşılandığını öne sürseler de bu “balayı” dönemi durumu daha iyi tanımlar, nitekim dönemin Arapça basınında da bunun izleri görülebilir. Ancak bu umut verici başlangıç uzun soluklu olmayacak, ardından büyük bir fırtına patlayacaktı.  

Merkez-çevre ilişkisi açısından Suriye’nin yeni dönemdeki konumu  

II. Abdülhamid devrinde, Tanzimat dönemine kıyasla Arap vilayetlerinin yönetiminde önemli bir değişiklik yapılmış, “seçkinler/âyân siyaseti” olarak adlandırılan, yerel eşrafa dayalı yönetim usulü benimsenmişti. Tanzimat döneminde takip edilen usul, İstanbul’a doğrudan bağlanan çevredeki vilayetlere bölgeyi tanımayan ve dillerini bilmeyen yöneticilerin gönderilmesiydi ve bu eğilim uygulamada çeşitli sorunlara yol açmış, 1860 çatışmalarına yol açan koşulları yaratmış veya bu yöneticiler mahalli dengelere uzak oldukları için bu çatışmaları engelleyememişti. Abdülhamid ise mahalli kanaat önderlerini Arap vilayetlerinin yönetiminde üst düzey görevlere getirmiş, bu sayede hem kendisine şahsen sadık bir yerel eşraf tabakası oluşturmuş hem de merkez-çevre ilişkilerinde başkentin ağırlığını azaltmıştı. Bu siyasetin bir yansıması olarak, sarayda da Suriyeli devlet ricali etkili danışmanlar olarak ortaya çıkmıştı; Arap İzzet (Holo) Paşa, Selim ve Necib Melhame Paşa’lar, Rufai şeyhi Ebu’l Hüda bu Suriyeli danışmanlar arasında en etkili olanlardır.   

1908 sonrasındaki yönetimler ise Tanzimat ilkelerine geri dönmeyi savunmaktaydı. Buna göre, merkezin taşra üzerindeki kontrolü daha da artacak, bölgeyi tanımayan yöneticiler Suriye gibi geniş vilayetleri yeniden yönetecekti. Zaman içinde İttihatçıların yönetimdeki ağırlığı ve Türkçü fikirlerin etkisi arttıkça, merkezi taşra üzerindeki bu egemenlik ilişkisi bu sefer taşrada “Türkleştirme” gibi algılanmaya başladı ve bu da farklı sorunlara yol açtı.  

Bu yeni ilişki biçiminde merkezden gönderilen yöneticilerin Arapçayı bilme zorunluluğu yoktu, bilakis bölge halkı Türkçeyi “bilmek zorunda”ydı; zaman içinde okul ve mahkemeler başta olmak üzere devlet kurumlarında Türkçe tek ve zorunlu resmi dil olarak yerini daha da pekiştirdi. Başkenttekiler bu zoraki uygulamaları merkezin ve güçlü devletin yeniden tahkimi, taşranın merkeze bağlılığının arttırılmasının zorunlu bir yolu olarak görüp bunda ısrarcı davrandıkça, sahada İttihatçılık karşıtı bir dip dalga yükselmeye başlıyordu. Daha önce Abdülhamid’in mahalli eşraf destekli istibdat yönetimine karşı örgütlenen Arap milliyetçiliği, bu sefer ITC’nin Türkleştirme olarak algılanan otoriter politikalarına karşı yeniden organize olmaya koyuldu.  

***  

Dolayısıyla başlarda olumlu görülen ve alkışlanan 1908 Meşrutiyet Devrimi, zaman içinde beklentileri karşılamakta zorlanmaya, ekonomik imkânları arttıramayıp üstüne bir de otoriter bir tür yeni baskı iklimi yaratmaya başladıkça, halk arasında da entelektüeller arasında da bu destek hızla pörsümeye yüz tuttu.  

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.