Yıkım Öncesi Osmanlı’nın Suriye Politikası: Sultan Abdülhamit ve İnşa (I)

Araştırmacı Mehmed Mazlum Çelik, Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde Suriye'ye yönelik uygulanan politikaların, bölgenin etnik, dini ve idari yapısı üzerindeki etkilerini ve Abdülhamit'in bu dinamikleri nasıl yönettiğini Fokus+ için inceledi.
Mehmed Mazlum Çelik
Yıkım Öncesi Osmanlı’nın Suriye Politikası: Sultan Abdülhamit ve İnşa (I)
12 Aralık 2024

Bu dosya serimizde evvela “Yıkım öncesi Osmanlı’nın Suriye politikası: Sultan Abdülhamit ve inşa (I)” Abdülhamit’in Suriye siyasetini ele alacağız. Ardından, “Yıkım öncesi Osmanlı’nın Suriye politikası: İttihat ve Terakki ve Kopuş (II)” devam dosyası ile 1908-1918 yılları arasında Suriye’de meydana gelen siyasi depremleri, devletin bunu engelleme çabalarını ve nihayet kopuşu işlemeye çalışacağız.  

Yıldız’dan Suriye’yi izleyen bir çift göz  

Yıldız Sarayı’nın dikkatle takip ettiği coğrafyaların başında Suriye gelmekteydi. Son iki asırda önce Napolyon ardından Kavalalı Mehmet Ali Paşa, bölgenin İstanbul ile olan rabıtasını ciddi manada sarsmıştı.   

Artık yirminci asrın siyasal hareketlerinin Balkanlarla beraber en yoğun biçimde hissedildiği Osmanlı toprağı Suriye idi. Arap Hıristiyanların giriştikleri milliyetçi hareketler, başta Fransa olmak üzere Batılı güçlerin fazlasıyla dikkatini cezbediyordu.  

Sultan İkinci Abdülhamit, evvela psikolojik kopuşu engellemek adına İttihad-ı İslam olarak bilinen İslamcılık ideolojisini devletin resmi politikası haline getirdi. Bu ideolojinin en mücessem hareketi olarak Hicaz Demiryolu Projesini hayata geçirdi. Bu proje, devletin merkezi erkleri çevre ile tam bir entegrasyon içerisine girerken resmi propagandanın uygulanabilirliğine geniş bir imkân alanı tanımaktaydı.  

Sultan Abdülhamit’in İslam Birliği siyasetinin temel amacı, başta Arap Milliyetçiliği olmak üzere devletin bekası için büyük tehdit olarak gören ayrılıkçı hareketlerin önüne geçmekti. Sultan, tebaasının önemli bir kesimini ifa eden Arap ve Kürtler bu minvalde devletle kucaklaştırmaya çalıştı. Kürtlerin savaşçı özelliklerinden yararlanarak Doğu sınırlarında özel askeri birlikler oluştururken, ki bu orduların subayları bizzat Yıldız Sarayında Abdülhamit’in yanı başında ağırlanıyor ve yetiştiriliyordu, Arap menşeili isimlere de devlet bürokrasisinde son derece hayati vazifeler teslim ediliyordu. Farz-ı misal Suriyeli Arap kökenli Naum Paşa Dışişleri Bakanlığına, Mecip Melhame Paşa Polis Teşkilatının başına veya Mahmut Şevket Paşa Selanik Üçüncü Ordusunun başına atanıyordu. Elbette bu atamalar da liyakat önemli bir etkendi; ama genelde İslamcılık ideolojisinin bir yansıması olarak da rahatlıkla okunabilmeye açıktır.   

Abdülhamit, ideolojisini devlet erki ile sınırlamamış; bunu halka indirmek için büyük bir gayret göstermişti. Bu anlamda imar faaliyetlerine büyük önem vermiş ve bundan da en fazla nasiplenen bugün Suriye sınırları içinde bulunan Halep ve Şam gibi kentler olmuştu.   

Sultanın Suriye coğrafyasında en fazla meşgul olduğu konulardan birisi de misyoner okullarıydı. İş öyle boyutlara varmış idi ki ABD, 1903 senesinde misyoner okullarını bahane ederek Beyrut limanını işgal etmiş Şam’a kadar ilerleme planları üzerinde durmaktaydı. Bu işgal, tarihimizde eşine az rastlanan bir diplomasi zaferiyle savuşturulmuş olsa da Suriye ve güneyindeki misyoner okullarının yarattığı tehdidin boyutunu gözler önüne seriyordu. Misyoner okullarına iki alternatifli bir planla cevap verilmişti. Soylu ve güçlü aileler için Aşiret okulları açılırken daha gariban ve aşiret mensubu olmayan Suriyeli Arap ve Kürt çocuklarının erişebileceği askeri okullar yoğun bir biçimde kurulmuştu. Elbette bu politika yalnızca Arap ve Kürtlere özel değildi; Enver Paşa veya Mustafa Kemal gibi fukara çocukları da bu okullarda okuyarak devletin en tepesine kadar yükselebilme imkânı elde etmişti. Bilhassa Kürtler bu politikayı fazlasıyla benimsemiş Sultanı “Baba” anlamına gelen “Bave” olarak isimlendirmişti.   

Sultan Abdülhamit, Suriye politikasını sağlam temellere oturmak için Ahmed Cevdet Paşa ve Mithat Paşa gibi devlet içerisinde büyük ağırlığı olan isimleri bölgeye yönetici tayin ederek esasen stratejik anlamda coğrafyaya atfettiği önemi ortaya koyuyordu.   

Mithat Paşa’nın eleştirilecek birçok yanı olmakla beraber Sultana hazırladığı “Suriye Lahiyası” bölgenin geleceği ile alakalı son derece ilginç bilgiler ihtiva etmektedir. Bu lahiyada dikkat çeken bazı maddeleri ve uyarıları günümüz Türkçesine özetle aktaracak olursak;  

  • Dürzi ve Nusayri gibi akvâm-ı muhtelifenin şımarması devlet otoritesini sarsmıştır.  
  • Büyük küçük her meselede vatandaşa İstanbul’un işaret edilmesi vali ve kaymakamları vasıfsızlaştırmış; dolayısıyla merkezi otoriteyi sarsmıştır.  
  • Valinin görev yetkileri genişletilmeli ve memur maaşları yükseltilerek devletin varlığı yeniden tesis edilmelidir. Lübnan’daki ecnebi memurlara verilen yüksek maaşlar bölgedeki Müslüman memurları rahatsız etmektedir. Bu durum ortadan kaldırılmalı yahut da durum eşitlenmelidir.  
  • Başta mahkemeler olmak üzere atanan memurların bir yolunu bularak vilayeti kısa sürede terk etmeleri engellenmelidir.  
  • Zaptiye Teşkilatı baştan ele alınarak ivedilikle güçlü şekilde teşkil edilmelidir.  

Bunlar ve benzeri pek çok maddeyi sıralayan Mithat Paşa esasen Suriye’de yapısal bir reform talep etmektedir. Belli ki Sultan, bu sorunları dikkate almış olacak ki yukarıda da saydığımız üzere Hicaz Demiryolu, eğitim kurumları ve imar faaliyetleri gibi girişimleri Suriye’de hızlandırmıştı.  

Sultan Abdülhamit, ileride siyasi bir krizin patlak vermesi riskini taşıdığı bölgelerin emlak ve tapu meseleleri ile de yakından ilgilenmişti. Birçok etnik gurubu ve mezhebi barındıran Suriye’de de Yıldız Sarayının ihtiyatla ele aldığı konulardan birisi de tapu meselesiydi. Sultan daha önceki dosyalarda işlediğimiz üzere bilhassa Kudüs ve çevresinde Yahudilerin tapu işgalini engellemek adına önemli birçok araziyi şahsının adına almış veya vakıfların adına kaydettirmişti.  

Benzer şekilde de Suriye’de de Sultan Abdülhamit’in şahsi adına kaydedilmiş birçok tapu ile karşılaşıyoruz. 31 Temmuz 1921’de Mr. Ryan tarafından İngiliz hükümeti için hazırlanan 17 sayfalık bir rapora göre;  

Suriye (Nasıriye, Safed ve Havle) bölgesindeki tapularından 44.000 liralık bir gelir, Halep-Hama bölgelerindeki tapulardan 47.800 liralık bir gelir hazineye doğrudan aktarılmaktaydı. Bu bölgelerin en önemli özelliği bilhassa mezhepsel iddia ve çatışmaların en yoğun olduğu noktalar olmasıydı. (PRO, FO 371/6361, “Properties in Mesopotamia Claimed by Descendants of Sultan Abdul-Hamid”, Tarih: 31 Temmuz 1921, Belge No: E 8980, s. 117-118.)  

Abdülhamit’in etnik gruplarla münasebeti  

Sultan Abdülhamit, Suriye’de bulunan Araplar, Türkmenler, Kürtler, Çerkezler, Süryaniler, Dürziler, Nusayriler, Yezidiler, İsmaililer ve Yahudilerle münasebetleri çeşitlilik göstermiştir. Bazılarına temkinli yaklaşırken Sünni Arap ve Kürtleri devletin doğal müttefikleri olarak görmüştür. Sünni Arap ve Kürtlere yaklaşımına yukarıda kabaca değinmiştik.   

Abdülhamit ve Türkmenler  

Türkmenler 16. Yüzyıldan itibaren Osmanlılar için Suriye’de İskân Politikasının bir parçası olarak görülmüştür.   

Bu siyaset Abdülhamit döneminde de pek değişmemekle beraber Suriye’de daha geniş nüfus ve nüfuza sahip Sünni Arap ve Kürtler kadar ciddi bir partner olarak görülmemişti. Türk milliyetçiliği Abdülhamit’in siyasi lügatinde bulunmaması nedeniyle olsa gerek Suriyeli Türkmenler menşeinden dolayı ayrıca pozitif bir muamele görmemişti. Buna karşın Sultan Abdülhamit döneminde, Ahmet Cevdet ve Mithat Paşalar dönemi dahil, ciddi bir sorun çıkarmamışlardır. Zaman zaman Dürzilerle rekabet ortamı oluştuğunda ise Abdülhamit iktidarı daha çok Türkmenlerin yanında yer almıştır; bunun sebebi ise bölgedeki Türkmenlerin çoğunlukla Sünni bir itikada sahip olmalarıydı.   

Abdülhamit ve Dürziler  

Sultan Abdülhamit’in iktidarından kısa bir süre önce Suriye’deki Dürziler, Marunilere yönelik başlattıkları saldırıda tüm Suriye’de büyük bir iç savaş meydana getirdiler. Bu isyana Osmanlı tarihçileri “Suriye Buhranı” diyeceklerdi.   

Dürziler bu menfi tavrı ve devletle sürekli çatışma halinde olması Abdülhamit’in bölgede en ihtiyatlı davrandığı gruplardan birisi olmalarına neden olmuşlardı. Ayrıca Dürzilik inancının Fatımi İsmaililik anlayışından zuhur etmiş olması nedeniyle Sünni İtikadına dayanan Sultan Abdülhamit İslamcılığı için son derece problemli bir yapı ihtiva etmekteydi. Mithat Paşa, Dürzilerle devletin ilişkilerini iyileştirmek istemişse de o da yazdığı lahiyada doğrudan onlar için “Şımarık” ifadesini kullanacaktı.   

Abdülhamit ve Nusayriler  

Osmanlı’nın muktedir olduğu Suriye’de Nusayriler her daim merkezden uzak çoğunlukla taşra ve dağlarda yaşadılar. Tanzimat sonrası yaygınlaşan misyoner okulları, kalabalık nüfusa sahip bu grubu yakın takibine alması İstanbul yönetimini ziyadesiyle rahatsız etmişti. Siyaseten son derece pragmatist kararlar alabilen Nusayriler, Abdülhamit’ten bölgelerine Sünni kaymakam ve imam talepleri iletmesi İstanbul yönetimi ile diyaloglarını güçlendiren ilk adım olarak kayıtlara geçmişti. Yıldız Sarayı teklife şu cevapla icabet edecekti:  

“Devlet-i Âliyye her türlü tekâlif ve muâmelat-ı dîniyyesinde taife-i merkumeyi şimdiye kadar İslâm’dan ayrı tutmayarak haklarında Ehl-i İslâm muamelesi icra etmekte”  

Bu cevapla bölgedeki yöneticilere ikazda bulunuluyor ve Nusayrilere Ehl-i İslam muamelesi yapılması emrediliyordu. Osmanlı’nın resmi devlet politikası bu olsa da halk Nusayrilerin Hıristiyan olduğu iddiasındaydı ve Yıldız’ın bu politikasından pek de hoşlanmamıştı. Esasen arşivlerdeki bilgi amaçlı yapılan tetkiklerde devlet Nusayrilerin Hıristiyan olmadığını ama Sünni olarak da görülmediği anlaşılmaktadır:  

“Nusayrî taifesi Hıristiyan olmayub Yemen Vilayetinin cebel kısmında bulunan Zeydiyyü’l-mezheb ahalisi gibi bir fırka olarak da‘va-yı İslâmiyyetde bulunmağla beraber bunlardan kur‘a-i şer‘iyye ile efrad alınarak silk-i celil-i feyz-delil-i ‘askeride bi’l-istihdam haklarında Ehl-i İslâm mu‘amelesi icra olunmakda ve kendüleri de o iddiada bulınmakda olduğunu belirtmiştir.” ”(CBA, BEO: 294/21989)  

Devletin Nusayrileri ehl-i Sünnet kabulü ise uzun vadede Sünnileştirmek isteğinin yanı sıra misyoner devletlerin hizmetlerine girmeyi engellemek arzusundan kaynaklanmaktadır. Nusayrilerin bu dönemde çok hızlı bir biçimde Sünnileşmesi veya misyonerler eliyle Hıristiyanlaşması bir rekabet ortamı yaratmasının dışında devlet nezdinde ciddi/hayati bir meseleye sebep olmamıştır.   

Abdülhamit ve Çerkesler  

Çerkesler; İstanbul, Kahire ve Şam üçgeninde en fazla ilgi gören kölelerdi. Hem kadın köleler hem de ordudaki Çerkes askerler bu üç başkentin de tarihinde önemli bir yer oynamıştır. Osmanlı’nın son döneminde çoğunlukla Golan civarında bulunan Çerkes halkının Suriye’deki ciddi nüfusunun nedeni 1864 Rus-Çerkes Harbi ile gelen göçlere dayanmaktadır. Sultan Abdülhamit, Çerkesleri her zaman devletin en güvenilir müttefiklerinden birisi olarak görmüştü; ancak Suriye içinde ciddi bir nüfusları olmaması nedeniyle çok güçlü bir muhatap olarak görülmemişlerdi.  

Osmanlı’nın son döneminde Suriye, devlet için misyonerlere karşı oynanan büyük bir satranç tahtası gibiydi. Sultan Abdülhamit içinse İslamcılık ideolojisinin talim alanı idi dersek hata olmaz. Suriye’de hadiseler 1908 sonrasında gömlek değiştirmeye başlayacak bölgedeki tüm dinamikler için kopuş ve bir asırdan fazla sürecek gerilimlerin başlamasına neden olacaktı.   

Devam edecek…  

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.