Yıkım Öncesi Osmanlı’nın Suriye Politikası: İttihatçılar ve Kopuş (II)
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne ilk halk protestolarının Suriye ve bilhassa Şam’da başlamış olması bu anlamda kesinlikle tesadüf değildi.
Suriye’de tarihi günler yaşanıyor.
Baas Rejimi yıkılıp tarihin çöplüğündeki yerini aldı.
Türklerin “Gönül Coğrafyası” tanımlamasında en üst sıralarda yer alan bu coğrafyanın Osmanlı’nın son dönemindeki kopuş sürecini anlamak bugün her zamankinden daha önemli bir hal almaktadır.
Hele ki ülkemizde hemen hemen her hadisede bir anda her konunun uzmanı oluveren kişilerin yarattığı bilgi kirliliği entelektüel havsalamızda büyük tahribatlar yaratmaktadır.
Bir önceki dosyamızda 1876-1909 Aralığında Sultan Abdülhamid’in Suriye coğrafyasına genel yaklaşımını ele almıştık. Sultanın politikasına göre Suriye, İttihad-ı İslam ideolojisinin en önemli mevzilerinden birisiydi. Bu anlamda Suriye’de birçok imar ve büyük devlet projesini hayata geçirirken Suriye kökenli Arap ve Kürtlere devlet ricalinde önemli kapıları sonuna kadar açmıştı. Yine Sultan, “Misyoner Okulları” ile giriştiği siyasi mücadelede Nusayrileri de yanına çekmeye çalışmış ve Sünni Müslümanlara sunulan birçok ayrıcalığın kendilerine sunulması adına memurları hasetten uyaracaktı.
Ortadoğu’da haritalar her an değişebilir.
Yukarıda bahsi geçen zaman aralığında Beyrut’ta, Halep’te, Şam’da, Musul’da, Bağdat’ta, Gazze’de veyahut Kudüs’te yaşayan bir gence şehirlerinin İstanbul’la tüm rabıtalarının günün birinde kesileceğini, işgaller ve diktatörlerle dolu koca bir asrın kendilerini beklediği söylense muhtemelen buna pek ihtimal vermeyeceklerdi. Benzer şekilde bugün İstanbul’un kendisi de dâhil hiçbir şehir hiç de güvende değildir. Hele ki İsrail gibi insanlığın ruhunu ve mantığını iğdiş eden fanatik hülyalarla tüm beldelerimizin üzerinde yükselen kara bir gölgenin varlığı şunu çok net ortaya koymaktadır; coğrafyamızda haritalar bir asır öncesine göre çok daha kolay değişime gebedir.
Bu dosyamızda 1909 senesinde Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle Suriye’de meydana gelen gelişmeler ve İttihat ve Terakki idarecilerinin Suriye’ye genel yaklaşımını ele alarak bölge hakkında en azından tarihsel bir arka planı okurumuzun dikkatine sunmaya çalışacağız.
Yıldız’ın düşüşü
Hareket Ordusu 23 Nisan 1909 bir cuma günü İstanbul’a girmeye başladığında Sultan Abdülhamid son kez cuma selamlığına çıkmıştı. Kaosa teslim olmuş şehirde Sultan’ın hiçbir ağrılığı kalmamıştı. Selamda kendisini karşılamaya gelenlerin sayıca azlığı artık Sultan Abdülhamid’in Osmanlı siyasetinde de bir gücünün kalmadığının işaretiydi.
Yine de başıboş isyancıların dışında Sultan Abdülhamid’e bağlı Hassa ordusu ve Kürt taburları şehirde uzun sürecek bir direniş için yeterli teçhizata sahipti. Sultan Abdülhamid ise kısa süre içinde gerçekleşen elim olaylar sonucu İstanbul halkının büyük zarar gördüğüne şahit olmuştu. Ayrıca tabiatı itibariyle naif bir kişiliğe sahip olan Sultan şehirdeki terör havasının artık bir son bulmasını istiyordu. Bu yüzden kendisine yapılan direniş tekliflerini reddetti.
Buna rağmen kendisine bağlılığını bildiren Hassa ordusundan üç tabur teslim olmayı reddederek Hareket Ordusu’na karşı silahlı mücadeleyi tercih etti. Son derece kanlı çatışmalardan sonra bu taburların tamamı yok edildi ve Hareket Ordusu kısa bir süre içinde şehre hâkim olmayı başardı.
Ve Sultan Abdülhamid tahttan indiriliyor
Sultan Abdülhamid, 31 Mart 1909 yılında gerçekleşen hadiselerin tarafı değildi. Olayların önüne geçmek için de elinden geleni yaptı; ama isyancılar onu dinlememişti. 27 Nisan 1909 yılına gelindiğinde işgal altında bulunan Yıldız Saray’ında yapılacak son bir iş kalmıştı: Sultan Abdülhamid’i tahttan indirmek.
Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesi için öncelikle bir fetva hazırlanması gerekiyordu. Fetvayı daha sonraları Cumhuriyet döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı için önemli görevler üstlenecek İttihat ve Terakki mebusu Elmalılı Hamdi Yazır bizzat kaleme aldı. Bu metin, Hal Fetvası Emini Hacı Nuri Efendi’nin önüne geldiğinde büyük bir şaşkınlık yaşayan Nuri Efendi metne fetva vermek yerine derhal istifasını sundu. Fetvaya göre Abdülhamid’in tahttan indirilmesi için üç büyük suç işlemişti: 31 Mart’a sebep olmak, Kuran yaktırmak ve israf suçları.
Sultan Abdülhamid’e yöneltilen suçlar inandırıcı değildi. Sultanın 31 Mart’ı engellemek için gösterdiği çabayı neredeyse tüm İttihatçılar biliyordu. Kuran yaktırdığına dair iddialar doğru ama eksikti, Sultan Almancadan tercüme edilen Türkçe mealleri toplatmıştı. Bu eserler son derece kötü tercüme edilmişti ve yanlış bilgilerle doluydu. İsraf konusu ise inandırıcılıktan son derece uzaktı, çünkü Abdülhamid cimri denilecek düzeyde tasarrufluydu.
Hacı Nuri’nin istifasından sonrası İttihatçıların onu ikna çabaları sonuç vermiş; ama Nuri Efendi son maddeyi değiştirmiş ve hal etmek yerine Sultan Abdülhamid’in tahttan çekilmesini istemenin ya da kararı meclise bırakmanın daha doğru olacağını tavsiye etmiştir. Fetva çıkarıldıktan sonra meclis kararı hızlıca onaylamış ve geriye durumu Sultan Abdülhamid’e tebliğ etmek kalmıştır.
Sultan Abdülhamid’e Yapılan Tebliğ
Sultan Abdülhamid’e hal edildiğine dair tebliği yapan heyet Ermeni Aram, Laz Arif Hikmet, Selanik mebusu Yahudi Karasu ve Draç mebusu Arnavut Esad Toptani’den oluşuyordu. Heyettekilerin neredeyse hiçbiri Türk değildi.
Kararı hüzünle dinleyen Sultan Abdülhamid’in Çırağan Sarayı’nda kalma isteği de reddedilerek Sultan Abdülhamid mahiyetinde bulunan 38 kişiyle beraber aynı günün gecesi İstanbul’dan Selanik’e gönderildi. 33 yıllık uzun İkinci Abdülhamid saltanatı sona ermiş, devlet ise tam bir kaos ortamına sürüklenmiştir.
İkinci Meşrutiyet’in Suriye’ye yansıması
İkinci Meşrutiyet, talebini Suriye coğrafyasında en yüksek perdeden dile getiren aydınların başında Selim Faris’i gelmekteydi. Parti Constitutionnel en Turquie yayınlarıyla Sultan Abdülhamid’in dikkatini çekmişti. Sultan, Faris’e Beyrut’ta reddetmeyeceği bir memuriyet vererek bu muhalefeti bastırmıştı; ama özellikle Hıristiyan Arapların ayrılıkçı hareketleri Yıldız’ın kontrolünün dışında kalmaktaydı.
Selefi bir ekole sahip Abdülhamid el-Zehravi de Sultan Abdülhamid’in karşısında muhalefetle beraber hareket eden önemli Suriyeli isimlerden birisiydi. Onun öncülüğünde kurulan “Vatan ve Hürriyet Komitesi” içerisinde Muhammed Kürd Ali, Tahir el-Cezairî, Selim Kub‘ayn, Şeyh Abdullah el-Alemi ve Cemaleddin el-Kasımî gibi önemli Suriyeli aydın ve din adamları İttihatçılarla ortak hareket etmişlerdi.
İttihatçılar 1909’dan sonra başta Faris olmak üzere tüm bu isimlerle karşı karşıya gelecek, özellikle Cemal Paşa’nın Suriye politikaları kopuşu hızlandıracak gelişmeler olacaktı.
Mecliste Suriye grubu
1908 Darbesi, Rumeli’den sonra en yoğun biçimde Suriye’de karşılık bulmuştu.
Suriye’deki bayram havası Sultan Abdülhamid’in İttihad-ı İslam projesinin en muhkem kalesi Suriye’de maya tutmadığını veya çöktüğünü ortaya koyuyordu. Curci Zeydan ve Reşid Rıza gibi isimler İttihatçıların Suriye’deki liderleri konumuna yükselmişlerdi.
Lübnan tesirindeki Hıristiyan Araplar daha temkinliydi. Müslüman kökenli Suriyeliler daha çok İstanbul’da kurulacak yeni iktidarda yer alma hesapları yaparken özellikle Hıristiyan Araplar İstanbul’dan kopuşun hesapları içerisindeydi. Sonradan Hıristiyan aydınların Baas rejiminin ideolojik hazırlayıcıları olması esasen tesadüf değildi; daha Osmanlı’dan itibaren bağımsızlık talebini ilk dile getiren onlardı.
İttihat ve Terakki idarecileri, Sultan Abdülhamid ile beraber İttihad-ı İslam ideolojisini de bölgeden tasfiye etmişlerdi. Bölgede doğan ideolojik boşluğu önce Osmanlıcılık fikriyle kompanse etmek istemişlerse de kısa sürede bölgeyi Türkleştirmek gibi tehlikeli bir adım atacaklardı. Nihayet Muhammed Fevzi Paşa el-Azm gibi Suriyelilerin itibar ettiği isimlerin tasfiyesi bu durumu mücessem kılıyordu. Sultan Abdülhamid’in İslamcılık ideolojisinin elle tutulur yanı vardı; ama nüfusunun yüzde 5 civarı Türk olan Suriye’de Türkçülük ideolojisine göre hareket etmek tam bir akıl tutulmasıydı.
İttihatçılar, Sultan Abdülhamid’in göreve getirdiği Arap memurları bir bir tasfiye ederken yerlerini Türkleri getiriyor ve Suriye’deki en küçük nahiyede dahi Arapça’nın yerine Türkçe ile iş görülmesini emrediyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne ilk halk protestolarının Suriye ve bilhassa Şam’da başlamış olması bu anlamda kesinlikle tesadüf değildi. Tarihin cilvesi midir bilinmez bu protestolarda halk İttihat ve Terakki’nin bölgedeki en üst düzey memuru olan Esad Bey (Divan-ı Harp başkanı) aleyhine “Kahrolsun Esad, kahrolsun İttihat ve Terakki Cemiyeti, kahrolsun Kanun-ı Esasi, yaşasın Vali!” sloganları atıyordu. İttihatçıların bu politikaları sonrası devrimde birlikte hareket eden pek çok Arap ileri gelen aydın Cemiyetü’l-İhâü’l-Arabiyyü’l-Usmani adıyla siyasal bir teşkilat oluşturacaklardı.
Bu yapı İstanbul merkezliydi ve çoğunlukla İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Suriye icraatlarına protesto etmek amacıyla kurulmuştu. Kısa süre içerisinde Mecliste bulunan Suriyeli mebuslar ortak hareket etmeye başlayacak ve kendilerini iktidardan tamamen dışlanmış hissedeceklerdi. Devrimin ve Osmanlı kimliğinin en heyecanlı grubu olan Suriye mebusları çok kısa sürede merkezi yönetime küsmüşlerdi. Yine de 1911’de Trablusgarp hadisesi sonrası temkinli davranacak olsalar da merkezin Türkçülük ideolojisini benimsemesi kopuşu hızlandıran en önemli unsur olacaktı. Suriyeli mebuslar; İstanbul’daki Türkçülerin ve Suriye’deki Arap milliyetçilerinin güç kazandığı bir ortamda Osmanlıcılık fikrinin altını boşaldığını görerek yeni arayışlar içerisine gireceklerdi.
Cemal Paşa’nın yaptıkları
Cihan Harbi öncesi başlayan Türkçülük hareketi Suriye’de merkeze yönelik tepkilere yol açmıştı; fakat kopuşu asıl meydana getiren IV. Ordu Komutanı ve Suriye Genel Valisi Cemal Paşa’nın yapıp ettikleriydi.
Cemal Kutay, “Üç Paşalar” eserinde Cemal Paşa’nın akıl ve mantığa sığmayan icraatlarının nedeni olarak Almanların yanında savaşa girilmesinden duyduğu öfkeyi Suriye’de başlayacak hükümete yönelik bir darbeye zemin için kullanmak şeklinde izah etmiştir. Bernard Lewis ise tüm hatalı icraatların Cemal Paşa’nın şahsı ve kontrolsüz sinirinden kaynaklandığı iddiasındaydı:
“Kişisel otorite ve sorumluluğa sahip ve hizmet ettiği amaç için gerekli gördüğünde soğuk, fanatik bir acımasızlığı olan bir adam olarak biliniyordu.”
Bu noktada Cemal Paşa’ya isnat edilen iddialara hatıratlarından hareketle onun ağzından cevap vermeye çalışacağız.
Cemal Paşa’ya göre tahkikatlarının hiçbirinin Turancılıkla ilgisi olmayıp tamamı Arap milliyetçilerinin kara propagandasıdır:
“Şam'a vardığımda Suriye Valisi Hulusi Bey benimle pek önemli meseleler üzerinde konuşmak istediğini söylemişti. Hemen o gece hükümet dairesinde birleştik. Fransız konsolosluğundan müsadere edilmiş olan pek önemli resmi belgeleri bana verdi. Bu vesikaların büyük kısmı, Şam'ın ve Beyrut'un ve daha sair şehirlerin İslam büyüklerini itham etmekte olduğundan, bunlar hakkında hemen takibat yapılması gerekip gerekmeyeceğini kestirememiş olduğunu ve karar vermek için benim oraya varışımı beklediğini söyledi. Bu vesikalar, Arap ihtilalcilerinin Fransız himayesi altında ve adeta Fransız hükümetinin tertip ve teşvikiyle çalışmakta olduklarını, hiçbir şüphe ve tereddüde yer bırakmaksızın ispat ediyordu. Fakat bu hainler aleyhine hemen kanuni soruşturmaya başlamak, İslamcılık hareketinin birleştirilmesi çabamızı tehlikeye atabilirdi. Düşmanlarımız, bu soruşturma etrafında o kadar şiddetli bir propaganda yapmaya başladılar ki; bizimle temaslarını kaybetmiş olan Mısır gibi, Hindistan gibi, Cezayir ve Fas gibi İslam memleketleri, Türklerin bir intikam hissiyle veyahut Turan unsurlarının baskı yapmalarını sağlamak amacıyla Arap büyüklerini imhaya kalkıştıkları varsayımına inanabilirlerdi.” (Cemal Paşa - Hatıralarım)
Arap düşmanı olduğu iddialarına ise cevabı şöyleydi:
“Abdülkerim-ül Halil, Doktor Abdurrahman Şehbender vesaire gibi Arap ihtilalcileri vasıtasıyla umumi bir edebiyat müsameresi düzenlettim. Arap’ın yiğitliğine, Arap kavminin yükselmesi ve gelişmesine ilişkin birçok nutuklar verildi. Pek çok kasideler okundu. Hatta Arap emellerinin birliğini sağlayacak marşlar bile okundu. "Nahnı-Cündullah-ı Şeban-ün-bilad" nakaratlı Arap marşı, bulunduğumuz binanın damını çökertecek bir şiddetle yükseldi. Bunların hepsini alkışladığımı ve beğendiğimi hissettirecek tavırlarıma ek olarak, merasimin sonunda söz alarak bir nutuk verdim. Bu nutukta Arabın diline, din lisanımız olmak bakımından ve kavmine, dindaşımız bulunmak yönünden, son derece hürmet ve muhabbetimiz olduğunu ve Arap emellerinin gerçekleşmesi amacıyla geçen sene atılmış olan ilk adımın devam edeceğine emin olduğumu söyledikten sonra… (Age.)”
Cemal Paşa’nın tüm cevaplarına rağmen onun iktidarında Suriye’de büyük bir kıtlık meydana gelmiş, devlet dairelerindeki Arap bürokratlar tasfiye edilmiş, dengeler gözetilmeden çok kolay idam kararları verilebilmişti. Suriye özelinde yaşanan bu gelişmeler ki “Cemal Paşa haklı/haksızdır” demeden söyleyebiliriz; Devlet Suriye halkını bir şekilde kendinden uzaklaştırmıştı.
Tasfiye
Bazı sosyal medya fenomenleri ve bazı siyasi yorumcular Mustafa Kemal’in Suriye’yi kolay teslim ettiklerini söylemektedir. Yıldırım Ordularının Suriye-Filistin Cephesi komutanı olarak Mustafa Kemal’in geri çekildiği doğru bir bilgidir; ama eksiktir.
Yıldırım Orduları esasen Halep’in güney cephesinde çok ciddi bir savunma hattı oluşturmuş ve düşmanın en azından birkaç ay daha engelleyebilecek şekilde mevzilenmişti. Bedeviler bir anda Halep’e Doğu’dan girmiş ve şehri yağmalamıştı. Burada Halep’in Arap sakinleri ile İngiliz destekli Bedeviler arasında şiddetli çatışmalar meydana gelmişti. Mustafa Kemal, bu çatışmaya müdahale etmek yerine 7. Orduyu Afrin’e çekmeyi tercih etmişti. Bu esasen stratejik bir hamleydi; çünkü Afrin’de demiryolu hattı vardı ve Bağdat’tan güçlü ikmal yapılabilirdi. Yani İngilizleri Halep’te oyalamak yerine Afrin’e çekerek mağlup etmek fena bir fikir değildi. Mustafa Kemal de durumu şu sözlerle açıklar:
“Akşam yaklaşmıştı. Sokak harbini yönettiğim noktanın yakınında şoför bekliyordu, işaret ettim, bulunduğum noktaya yaklaştı. Otomobile binmeden önce Halep komutanına emirlerimi ve yapacağı işleri söyledim. Söylediklerimin içinde sır olan şu noktalardı: Bu akşam, Halep ilerisindeki kuvvetleri geri çekeceğim. Yarın, Halep’in kuzeybatısında İngilizlerle savaşa tutuşacağım. Buna göre hareketinizi düzenleyiniz.”
Afrin’de adına Katma Muharebesi denen sınırlı bir çatışma meydana gelmiş ve İngilizler hızlı ilerleyişini durdurmuştu. Afrin’de 7. Ordu Antep ve Bağdat’tan gelecek destekle uzun süre dayanacak şekilde mevzilenmişti; ama şöyle acı bir gerçek vardı ki Afrin dışında tüm Suriye toprağı işgal altındaydı. Zaten Afrin’deki sınırlı çatışmalardan kısa bir süre sonra Mütareke duyuruldu. Yani Mustafa Kemal’in yapabileceği pek bir şey yoktu. Orduyu Halep’ten çıkarması elbette tartışmaya açık bir konudur; ama arkada sokak savaşları yapılırken ordunun önden gelecek saldırılara karşı mevzilenmesi pek de akıl karı olmasa gerek.
Nihayet 7. Ordunun tasfiyesiyle beraber Suriye’de hiçbir söz hakkımız kalmamıştı. Savaş boyunca pek çok Suriyeli, Türk ordusunda görev almış başta Çanakkale cephesi olmak üzere sayısız cephede şehadete ulaşmışlardı.
Velhasıl, 1908 yılı sonrası Osmanlı’da meydana gelen rejim değişikliği Suriye politikasında değişimi beraberinde getirdi. Sultan Abdülhamid’in İttihad-ı İslam ideolojisi yerini büyük oranda Türkçülük/Turancılık’a terk etti. Devlet kademeleri ve ordudaki Suriyeli Arapların tasfiyesi, en mutedil Suriyelileri dahi Türk devletine karşı küstürdü. Özellikle Lübnan merkezli Hıristiyan Arap milliyetçilerin söylemleri bölgede halk ve devlet arasında soğuk rüzgârların esmesine neden oldu. Cemal Paşa’nın yapıp ettikleri, haklı veya haksız, Suriyeli Araplar ile aramıza nifak tohumları ekti. Osmanlı’nın bölgeden 1918 itibariyle çekilmesiyle Suriye; krallar, diktatörler ve işgallere teslim olacağı bambaşka bir fasla geçiyordu.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.