Dünü, Bugünü ve Yarınıyla Suriye- 2: Osmanlı Suriyesi ve Avrupa 

Araştırmacı Mehmet Akif Koç, Suriye'nin tarihsel ve sosyolojik sürecini inceleyen serinin devamında; Osmanlı İmparatorluğu'nun Suriye üzerindeki hakimiyetinin tarihsel gelişimini ve Osmanlı dönemi Suriyesi’nin Avrupa ile olan ilişkilerini Fokus+ için inceledi.
Mehmet Akif Koç
Dünü, Bugünü ve Yarınıyla Suriye- 2 Osmanlı Suriyesi ve Avrupa 
7 Şubat 2025

Suriye’nin uzun tarihinde çok sayıda yabancı işgal, uzun askeri müdahaleler, dış tesirler, imparatorluklar, kurulan ve yıkılan devletler vs. olsa da modern dönemleri şekillendirmesi itibariyle pek azı Osmanlı dönemi kadar etkili olmuştur.  

Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar yaklaşık dört asır süren Osmanlı hâkimiyeti altında, Suriye çok derinden değişim ve dönüşümler yaşadı; hatta denilebilir ki son bir asırda Suriye’yi şekillendiren iç ve dış dinamiklerin hemen tamamı bu dört yüzyıllık hâkimiyet döneminde, olumlu veya olumsuz manada, Suriye toplumunu ve siyasetini doğrudan şekillendirdi.   

Yavuz’dan Kavalalı’ya Suriye’nin dengeleri  

Suriye’deki Osmanlı idaresi, İstanbul’un, Orta Doğu’daki iki bölgesel güç ve birer Türk imparatorluğu olan İranlı Safevîler ve Mısır’daki Memlûklerle güç mücadelesi ve jeopolitik rekabet içine girdiği 16. asrın başlarındaki sıcak savaşlar sonucu ortaya çıktı. Orta Doğu’da dört asırlık Osmanlı hâkimiyetini kuran Yavuz Sultan Selim ile Suriye’yi egemenliği altında tutan Memlûkler arasındaki ilk büyük savaş 1516 Ağustos’ta Halep’in hemen kuzeyindeki Mercidâbık’ta yapıldı. Bu hızlı ve yoğun genişleme döneminde, Osmanlı’nın 1514’te Safevîleri hezimete uğratırken görücüye çıkardığı muazzam ateş üstünlüğü ve teknik avantajları, meydan savaşlarını kolayca kazanmasını sağlayan bir unsur olmuştu.  

İlginçtir; bu ilk savaşın yapıldığı Dâbık bölgesi, beş asır sonra IŞİD’in ortaya çıkıp Suriye ve Irak’ı kana bulayacağı 2010’lu yıllarda da pek çok dilde yayınlayacağı meşhur Dâbık dergisinin de adını alacağı yer olacak, bu kasaba da 2014’te IŞİD’in kontrolüne geçecekti. Zira Yahudi kaynaklarında Armageddon, İslami kaynaklarda Melhame-i Kübra olarak kaydedilen son ve nihai savaş rivayetlerinin/kehanetlerinin gerçekleşme yeri olarak yine bu topraklar zikredilir.  

Yavuz ve Osmanlı Devleti, bu geniş Arap topraklarında Memlûklerin kurduğu politik yapılanmaları tümüyle tasfiye etmedi, hatta büyük oranda bu kurumsal yapıların hatta mahalli liderlerin (memlûklerin) yaşamalarına izin verdi. 1520’lerde Şam Beylerbeyliği Adana ve Halep’ten Gazze’ye kadar uzanan geniş bir bölgeyi içine alan “Büyük Suriye” yapılanması formundaydı. Bilahare bu büyük topraklar Şam, Halep ve Trablusşam eyaletleri olarak üçe ayrıldı, sonradan bunlara ilaveten Sayda eyaleti de 17. yüzyılda bu bölgede tesis edildi.   

Osmanlı’nın yükseliş dönemlerinde Şam bölgedeki en önemli ticari, siyasi ve ilmi merkeze dönüşürken, Trablusşam işlek bir liman kenti, Halep de önemli bir ticari merkez vasfı kazandı. Bu dönemde Suriye hem ticari ve ekonomik gelir kaynağı olarak hem de Hac yolunun güvenliği açısından Osmanlı payitahtı nazarında değerli bir mülktü. Bu asırlar içinde zaman zaman isyanlar ve valilerin silahlı başkaldırıları olmuşsa da büyük bir güvenlik zaafı oluşmadan Osmanlı Devleti, gücü sayesinde Suriye’ye hâkim olmayı sürdürdü. 1520’lerde eski Memlûk Valisi Canbirdi Gazâlî’nin, 17. yüzyıl başında Canbolatoğlu Ali’nin, 1659’da Abaza Hasan’ın silahlı kalkışmaları bu neviden mahalli isyanlar olarak karşımıza çıkar.  

Dönemin hâkim küresel trendleri karşısında Osmanlı düzeni  

Osmanlı Devleti, her ne kadar Viyana Bozgunu sonrası Avrupa’da sorunlar yaşamaya ve Rusların güçlenişi karşısında zayıf bir pozisyonda kalmaya başlasa da, Osmanlı Suriyesi ve Mısır’ı aşağı yukarı çok büyük bir toplumsal ve politik kriz yaşanmadan yaklaşık üç asır boyunca kendi dinamikleri içinde yoluna devam edebildi. Ancak bu esnada küresel ölçekte üç çok önemli gelişme yaşanmaktaydı ki bunlar sonraki onyılları da yakından şekillendirecekti.   

İlk olarak 1760’larda başlayan Sanayi Devrimi ile makineleşme ve mekanik üretim yoluyla büyük üretim fazlaları ortaya çıkmış, eski ekonomik modelin yerini endüstriyel üretim almıştı. Bu büyük makine devrimi hızla savaş ve silahlanma sektörlerine de yansıyacak, hem ekonomik hem de askeri açıdan Batı Avrupa ile dünyanın geri kalanı arasındaki mesafe 18. yüzyılın sonundan itibaren hızla açılmaya başlayacaktı.   

İkinci bir husus küresel sömürge mücadelesiydi. 16. asırdan itibaren Avrupalıların dünyayı fethederek toprak kazanma ve hammadde arayışı süreci hız kesmeden sürmüş, 1700’lerin sonuna gelindiğinde sömürgeleştirme ve koloniler yoluyla Avrupa dışındaki toprakların paylaşım savaşı ileri aşamaya varmış durumdaydı. Sanayi Devrimi ve silahlanma yarışının da devreye girmesiyle Avrupalı büyük güçler arasındaki mücadele bir üst seviyeye ulaşırken, güçlü devletler gözünü artık zayıflamakta olan devletlere dikmeye başlamışlardı.  

Tüm bu hengâmenin ortasında 1789 Fransız İhtilali’yle Avrupa’daki geleneksel güç dengeleri yerinden oynamış, bilahare Napolyon Savaşları ve 1848 Devrimleriyle görüleceği üzere 1648 Vestfalya Sistemi kökünden sarsılmıştı. 1789’un tek sonucu devletler arasındaki denge ve Napolyon Savaşları olmadı, çok dinli ve çok milletli imparatorluklar da bilhassa milliyetçilik ve toplumların kendini yeniden keşfetme sürecinde geleneksel emperyal düzenlerini sürdürmekte zorlanmaya başlamışlardı.  

Osmanlı İmparatorluğu ise 1800’lere girerken, sanayileşme trenini henüz kaçırmadıysa da Batı Avrupa’da olan bitenlerin çok gerisinde kalmıştı. Askeri olarak hızla gerilemekte olup yeni reformlar için planlamalar yapılmak istense de iç ve dış dinamikler bu süreci olduğundan daha zor bir hale getirmekte ve yeni küresel trendlere uyum sağlamayı güçleştirmekteydi. Bir başka sorun, savaşlarda alınan üst üste yenilgiler ve toprak kayıplarının Osmanlı Devleti’ni güçlü devletler nazarında paylaşıma müsait bir zayıflıkta göstermesiydi. İmparatorluğun gayrimüslim azınlıkları ve Balkanlardaki halklarsa yabacı güçlerin himayesinde milliyetçilikler çağına zinde bir şekilde giriş yapmaktaydı.   

Ancak Avrupa içindeki dengeler ve güç mücadelesi, İngiltere-Fransa-Rusya-Prusya-Avusturya gibi büyük güçlerin kendi aralarındaki mücadeleler Osmanlı Devleti’nin tüm zayıflığına rağmen ayakta kalabilmesini gerektirmekteydi. 1853-56 Kırım Savaşı ve 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi gibi süreçlerde bu “ne ölsün ne olsun” politikası bilhassa İngiltere eliyle Osmanlı’yı ayakta tutmaktaydı.  

Napolyon’un Orta Doğu’ya gelişi ve yeni bir dönemin ilk işaret fişeği

Tam bu küresel ve bölgesel dengeler ve çalkantılar içinde, Osmanlı açısından beklenmeyen bir gelişme ortaya çıktı. İhtilal Fransa’sı, Britanya ile Avrupa’da giriştiği mücadelede Londra’ya sert bir darbe vurmak için İngiltere’nin Uzak Doğu ve Hindistan’daki çıkarlarına giden deniz yolu üzerindeki Mısır’ı ele geçirmeye yöneldi. 1796-97’de İtalya’da Fransa lehine başarılı seferler yürütmüş olan Napolyon Bonapart bu iş için gönüllüydü.   

Temmuz 1798’de Fransız birlikleri İskenderiye limanında Mısır’a ayak basmışlardı. Napolyon 30 bin kişilik Osmanlı ordusunu yendi. Bundan 280 sene önce Osmanlı’nın Mısır’ı alırken yanında olan ateş gücü ve teknik üstünlük, 1700’lerin sonunda yine Mısır için mücadele ederken bu sefer Osmanlı’nın yanında değildi; Fransızların üstün ateş gücü karşısında Osmanlı ve Arap aşiret birlikleri tutunamadı ve tamamen dağıldı.  

Napolyon Mısır’ı kara yönünden Osmanlı takviyesine karşı korumak amacıyla bu sefer kuzeye yöneldi ve Suriye’ye saldırdı. Küçük bir liman kenti olan Filistin’in Akdeniz kıyısındaki Akka önlerinde Osmanlı güçleri toplanmıştı. Bosnalı Cezzar Ahmed Paşa 80 yaşına merdiven dayadığı bu dönemde, yeniden yapılanmakta olan Nizam-ı Cedid güçlerinden de gelen desteklerle Akka’yı kararlılıkla savundu. Napolyon Osmanlıların tüm gücüyle savunduğu, Suriye’nin kapısı konumundaki Akka’yı aşamayacağını ve Filistin’i işgal edemeyeceğini anlayınca kuşatmayı kaldırıp geri çekilmeye ve Mısır’a doğru ricate mecbur kaldı. Mısır’a dönüşte Abukir Savaşı’nda Osmanlı ordusunu yendiyse de Osmanlıların yardımına bu sefer Paris’teki iç karışıklıklar yetişecekti. Napolyon Ağustos 1799’da alelacele Paris’e döndü ve bir hükümet darbesiyle “Konsül” unvanı alarak yönetimi ele geçirdi.  

Savaşın bu aşamasında, ise oyunu değiştirici bir hamle ortaya çıktı; Fransa’nın Avrupa’daki büyük güçler mücadelesinde rakibi olan İngiltere devreye girdi ve bir dizi muharebeden sonra Abukir’de Mart 1801’de yapılan savaşı İngilizler kazandı, Fransa için Mısır işgali artık sona ermişti. Fransızların 1,5 asır sonra, II. Dünya Savaşı’nın ardından, yine İngilizlerin zorlamasıyla çıkmak zorunda kalacakları bölgeden bu ilk çıkarılışları 1801’de gerçekleşecekti.  

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.