Dünü, Bugünü ve Yarınıyla Suriye- 1: İslamî Dönemden Osmanlı’ya


Bu yazıyla birlikte Suriye üzerine uzun bir seriye başlamak niyetindeyim: Modern Orta Doğu’nun şekillenme sürecinden, yani 19. yüzyıl başından ve Arap Milliyetçiliği’nin başlangıç döneminden itibaren Suriye’yi şekillendiren siyasi, ekonomik ve toplumsal dinamiklerle, Orta Doğu siyasetinde Suriye’nin yerini ve rolünü ele almayı planlıyorum. Bu serinin içinde Osmanlı dönemi Suriye’sini, 1915 Arap İsyanı’nın ardından modern Suriye’nin ortaya çıkışını, Fransız mandası döneminin ardından Soğuk Savaş döneminde ülkenin şekillenmesini, Baas yıllarını, baba-oğul Esadlar’ın İran’la ilişkilerinin doğasını, Beşşar Esad’lı yılları ve nihayet Arap Baharı süreciyle birlikte 2024 Aralık’ta Baas rejiminin yıkıldığı dönemi ana hatlarıyla ele alacağım.
Bunu yaparken salt bir yakın tarih okuması ve kronolojik seyirden ziyade, zaman zaman sosyolojinin kimi zaman ekonomi-politiğin ön plana çıkacağı, bazı bölümlerde de kilit önemdeki politik, dini ve kültürel figürlerin portrelerinin mercek altına alınacağı bir yazım usulü benimseyeceğim. Bu çerçevede, serinin ilk yazısında, İslam’ın ilk ortaya çıkışından ve Emevîlerden Osmanlı çağına kadarki dönemde Suriye’yi ve bu dönemi şekillendiren temel parametreleri incelemeyi hedefliyorum.
İslamî dönemden itibaren Suriye
Arkeologlar Suriye’deki ilk yerleşimler ve medeniyet havzasının, Mezopotamya ile birlikte Orta Doğu’daki en eski medeniyetlerden biri olduğunu kaydeder. Kuzey-güney ve doğu-batı ticaret yollarının üzerinde bulunması, Akdeniz kıyısında yer alması, Fırat ve Dicle nehirlerinin varlığı, tarıma elverişli topraklara sahip olması gibi hususiyetler Suriye’yi tarih boyunca gözde bir cazibe merkezi haline getirdi. Bu özellikleri, Suriye’yi farklı kültür ve ırkların tarihsel geçiş güzergâhı haline getirdiği gibi, çok sayıda medeniyetin tesirine açık hale getirirken sonu gelmez ayrışmalar ve savaşlara da maruz bıraktı.
Suriye coğrafyası tarih boyunca Sümerler, Hititler, Fenikeliler, Mısırlılar, Asurlular, Babilliler, Persler, İskender ve Yunanlılar, Romalılar, Sâsânîler, Emevîler, Abbasîler, Fatımîler, Selçuklular, Eyyûbîler, Memlûklüler, Osmanlılar gibi birbirinden farklı kültürlerin tesiri altında kaldı. Bunun yanı sıra tek tanrılı dinlerin ortaya çıkıp geliştiği coğrafya da yine Suriye coğrafyası ve onun mücavir alanı olageldi. Hristiyanlık ve Yahudiliğin ortaya çıkıp kök saldığı topraklar da İslamiyet’in genişleme aksındaki en önemli mücavir bölgelerden biri de daima Suriye’ydi.
Bu noktada bir hususun altını önemle çizmek gerekir. “Suriye” ifadesi modern dönemde başkenti Şam (Dımeşk) olan günümüzdeki ülkeyi ifade etse de tarihsel süreç içerisinde ve Osmanlı Dönemi itibariyle Suriye vilayeti veya Bilâdü’ş-Şam, daha geniş bir coğrafyaya tekabül etmektedir. Bu açıdan günümüzde sadece Suriye’yi değil, Lübnan, işgal altındaki tüm Filistin toprakları (İsrail dâhil) ve Ürdün de “Büyük Suriye” tanımı içine girer. Ancak bu kavram modern dönemde Arap milliyetçisi irredantist çağrışımlara kapı araladığı için “Büyük Suriye” ifadesi bu coğrafi/tarihsel kapsamının ötesinde güncel politik bir anlam da ihtiva etmektedir.
Daha önce Yahudilik ve Hristiyanlığın tesiri altında bulunan Suriye’nin güney topraklarına, İslamiyet’in ortaya çıktığı 7. yüzyılın ilk yarısı itibariyle, Doğu Roma İmparatorluğu’nun vasal devleti konumundaki Arap asıllı Hristiyan Gassânîler hâkimdi. Bizans ile Gassânîler arasında Suriye’nin ticaret yollarına hâkim olma mücadelesi İmparator Herakleios’un 628’de Suriye’yi yeniden ve tümüyle ele geçirmesiyle nihayete erdi.
Bu dönemde Mekke-Cidde-Yenbu üzerinden ve Kızıldeniz sahili boyunca işler durumda olan Hicaz’la Suriye arasındaki kuzey-güney ticaret hattı, Mekkelilerin Suriye şehirleriyle ticari ilişkiler kurmasını sağlamıştı.
Hz. Muhammed hayattayken Gassânîlerle yaşanan elçi öldürülmesi hadisesinin ardından yapılan Mûte Savaşı’yla (629) Bizans ve Gassânîlerle ilk ciddi askeri temas kurulmuş oldu. Ancak bu tarihten sonra taze kuvvet olarak yükselen Müslüman fatihler, Bizans karşısında da Gssânîler karşısında da –hatta doğuda Sâsânîler ve İran karşısında da- bir daha geri adım atmayacaktı. 634’teki Mercirâhit ve Ecnâdeyn savaşlarındaki galibiyetlerle birlikte de Şam kapıları Araplara tamamen açılmış oldu. 635-636’da Peygamber’in ashabından Halid b. Velid ve Ebu Ubeyde b. Cerrah eliyle Müslüman Arapların kontrolüne geçen Şam ve Suriye coğrafyası, o tarihten günümüze değin Müslümanların siyasi ve askeri hâkimiyeti altında bulunmaktadır.
Emevîlerin ve Muaviye’nin Suriye’si
Suriye’nin yeni dönemle birlikte asıl yükselişi ise Muaviye b. Ebu Süfyan’ın bu bölgeye hâkim olmasıyla başlar. Hz. Peygamber’in vefatının ardından Suriye üzerine gönderilen dört ordudan birinde kumandan yardımcılığı görevinde bulunan Muaviye, İkinci Halife Ömer b. Hattab döneminde 638’de önce Ürdün, ardından Suriye valiliğine tayin edildi. Bu dönemde Suriye’de ilk donanmayı kurdu, Filistin sahillerini hâkimiyet altına aldı, bilahare Üçüncü Halife Osman b. Affan döneminde 648’de Kıbrıs’ı da ele geçirdi. Bu dönemde Suriye’deki güçlü Arap kabilelerden Kelblerle evlilik yoluyla yakınlık kurdu ve bölgede halk tabanını hızla genişletti.
Muaviye, babası Ebu Süfyan ve Ümeyyeoğulları, İslam’dan önce de ticaret kanalları üzerinden Suriye ile temasta olan Mekkeli ailelerden biriydi. Muaviye’nin Suriye Valiliği döneminde bu temaslar daha da ilerleyip kurumsallaştı, Muaviye bu sayede hem güç ve itibar kazanırken hem de on binlerce kişilik disiplinli ordular kurup kendi siyasi emelleri için bu gücü mobilize edebilmeyi başardı. Suriye’de Bizans’tan kalan devlet yapılanması ve ekonomi-politik dengeleri aynen miras almasının da bunda rolü şüphesiz büyüktü.
Cemel Vakası ve Sıffin Savaşı’ndan sonra Muaviye’nin Suriye ordusuna dayanan gücü ve tek-adam yönetimi daha da zemin kazandı. Önce Haricileri sonra Ali taraftarlarını bertaraf etti ve siyasi, askeri ve ekonomik olarak temelde Suriye’ye dayanan Emevîler idaresi bir asır boyunca İslam topraklarını genişletmeyi sürdürdü. Suriye’nin güneyden gelen bedevi kabileler vasıtasıyla Araplaştırılması da keza Muaviye ve Emevî ardılları döneminde hız kazanıp yoğunlaştı. Muaviye’nin kabri halen Şam’da olup, 2024 yılı sonunda ülkeyi ele geçiren cihadî-selefi silahlı muhalifler döneminde de sembolik bir anlam kazanacaktı; tıpkı Hz. Hüseyin’in kız kardeşi Seyyide Zeyneb’in yine Şam’da bulunan ve Şiilerce mukaddes kabul edilen kabri gibi.
Dolayısıyla 1960’lardan itibaren ve 2010’larda farklı bir boyutta yeniden görülen, Suriye’deki Alevi (Şii)-Sünni çekişmesi ve çatışması, ilk olarak Muaviye zamanında 7. yüzyılın ikinci yarısındaki kaotik ortamda bu bölgenin Şii ve Ali karşıtı bir çizgiye evrilmesiyle kendini göstermişti. İkinci bir büyük çatışma dönemiyse 11-13. asırlar arasında görülecekti.
Abbasîlerin Suriye’si ve Türklerin uzun hâkimiyet dönemi
Muaviye ve Emevîler sonrası Suriye 750’lerden itibaren Abbasîlerin kontrolüne geçti. Emevîler her ne kadar Bizans bakiyesi kuvvetli bir devlet yapılanması kursa da kabile asabiyesiyle hareket etmelerinin yanında, Arap olmayanlara yaptıkları ırkçı ve dışlayıcı muamele, henüz bir asır dolmadan sonlarını getirdi. Emevîlerin Suriye merkezli ve Bizans modelinde bir devlet yapılanmasına karşılık, Abbasîlerse neo-Sâsânî model üzerine Irak merkezli İranî bir devlet kurdu. Nitekim Abbasîleri iktidara taşıyan İran-Horasan merkezli orduların politik yönelimi bu yönde olduğu gibi, Irak’ın devraldığı miras da Medâin (sonradan Bağdat) üzerinden Sâsânî devlet formasyonunu iktiza etmekte ve dayatmaktaydı. Bu dönemde Irak ve Bağdat’ın her alandaki yükselişine paralel olarak, Suriye ve Şam ise önemli bir durgunluk ve düşüş trendine girdi.
Abbasîler döneminde, 9. yüzyıldan başlayarak Suriye’nin taşrasındaki dağlık bölgelerde, başta çeşitli İsmailî ve Karmatî fırkalar olmak üzere, heterodoks Şii ve Alevi hareketler yaygınlaşmaya başladı. Bu yıllarda Suriye kimi zaman Emevî prensi olduğunu iddia edenlerin kimi zaman bedevi kabilelerin kimi zaman da şehirli halkın isyanlarıyla çalkalandı. 10. yüzyılın son çeyreğinde, Mısır merkezli Şii Fatımîlerin bölgedeki yükselişi görülür ki 970’lerden itibaren Suriye coğrafyası da bu devlete bağlanacaktı. Keza bu yıllarda Karmatîlerle birlikte Dürzîlik de Suriye’nin sahil ve güney bölgelerinde yayılım imkânı buldu.

1070’lerdeyse Selçuklular bütün Orta Asya, İran ve Orta Doğu’da taze bir güç olarak ortaya çıkarken, Suriye’yi de bir asır süren Fatımî egemenliğinden çıkarıp tarihte ilk kez Türk hâkimiyeti altına aldı. Anadolu’yla Suriye arasındaki siyasi ve ticari ilişkiler de bu dönemden itibaren daha da hız kazanmaya başladı. Selçuklular 12. yüzyılda bu bölgede temelde Haçlılarla büyük bir güç mücadelesine girişirken, Suriye içinde de çeşitli unsurların direnişi ve Haçlılara zaman zaman müzahir eylemleriyle karşılaştı. Bu yerel unsurlar arasında Nusayrîler, Dürzîler, İsmailîler gibi ana akım dışında kalan mahalli Şii cemaatler dikkat çeker.
Haçlıların bir asır boyunca yağmaladığı ve ciddi bir yıkıma uğrattığı Suriye, Âkif’in ifadesiyle “Şark’ın en sevgili sultanı” Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Mısır ve Suriye’yi tek yönetim altında birleştirme işine giriştiği 1170’lerden itibaren yeni bir döneme girdi. 1187’de Hittîn Savaşı’nda Haçlıları hezimete uğratıp Kudüs’ü ele geçiren Selâhaddîn döneminde Suriye ve bölge coğrafyası çok büyük ölçüde Haçlılardan geri alındı.
1250’lerden itibarense sahneye yaklaşık dört asır bölgesel süper güç olacak bir başka Türk-Çerkes imparatorluğu çıktı. Mısır’ı ele geçirdikten sonra 1260’da Ayn Calût’ta Moğol ilerleyişini kesen Memlûkler, kısa süre içinde Suriye’nin tam hâkimi haline geldi. Suriye’deki Haçlı bakiyesi yapıları tamamen ortadan kaldıran Memlûkler, zaman zaman İran merkezli Şii-Moğol İlhanlılarla rekabete girse de Suriye’ye tek başına egemen olup ülkede çeşitli idari düzenlemelere de girişti. Suriye bu dönemde Şam (Dımeşk), Halep ve Hama gibi nâiblikler kanalıyla Mısır’dan yönetildi. Önceki yıllarda Zengîler ve Eyyûbîler devrinde Suriye’de görülen ilmî canlanma, Memlûklerle birlikte daha ileri seviyeye ulaştı.
Ancak Memlûk idaresi her ne kadar dört asra yakın sürse de bir başka Türk devleti Suriye’yi Memlûklerden alacak ve başka bir uzun dönemi, pax-Ottomana’yı başlatacaktı.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.