Sayfa yolu
ABD, İran’da Aslında Neyin Peşinde?


22.06.2025 - 19:57 | Son Güncellenme:23.06.2025 - 12:25
Sonradan hızla İslamî bir kimlik kazanan 1979 Devrimi, ABD’nin bölgedeki stratejileri ve Soğuk Savaş şartlarında kuşkusuz tarihin seyrini değiştiren bir süreç yarattı. Zira Muhammed Rıza Pehlevi idaresindeki İran, Orta Doğu’da Suudi Arabistan, İsrail ve Türkiye ile birlikte Soğuk Savaş’ın Batılı kampını temsil ediyor, Sovyet nüfuzunun bölgeye yayılmasını da İslamî söylemin güç kazanmasını da engelleyen bir “ABD jandarması” rolü ifa ediyordu. Üstelik 1973 Petrol Krizi gibi kritik dönemeçlerde, sahip olduğu petrol kaynaklarıyla da hem piyasalara soluk aldırıyor hem de petrolün stratejik bir silah olarak ABD’ye karşı kullanılmasını engellemede güvenilir bir ortak olduğu mesajı veriyordu.
1979 Devrimi’nden sonraki İran ise, Şah dönemine kıyasla, daha önce olduğu şeylerin neredeyse tamamını reddederek, ABD açısından “tahammül edilmek zorunda olunan bölgesel bir güç adayı” haline geldi. Üstelik bunu “İslam” gibi Soğuk Savaş sonrasının yeni düşman ideolojisi adına yapmaktaydı; kendi kabına sığmıyor, “devrim ihracı” politikasıyla bölgedeki İslamcı networklerle sıkı iş birliği geliştiriyor, ABD ve İsrail aleyhine Orta Doğu’da bir nüfuz sahası kuruyor, sahip olduğu enerji kaynaklarıyla yaptırımlara rağmen (Rusya ve Çin’in de desteğiyle) nispeten bağımsız bir çizgi takip edebiliyordu.
ABD’nin Ekim 2001’de Taliban’ı, Mart 2003’te ise Saddam Irak’ını yıkması, İran’ın can düşmanı olan doğu ve batısındaki bu iki komşusundan kurtulduğu ve daha kolay hareket edebileceği bir manevra alanı yarattı. 2003’te başlayan İran’ın bölgesel yükseliş yolculuğu Ekim 2023’e kadar sürdü. Yani ABD’nin 2003’te istemeden başlattığı bu yükseliş, Hamas’ın 2023’te yine istemeden yol açtığı bir domino taşları süreciyle sona erdi; en azından şimdilik. Ancak ABD, hasmını bu sefer daha da etkisizleştirip adeta diz çöktürmek istiyor; 13 Haziran’da başlayan İsrail saldırısının ardından 22 Haziran’da ABD de sürece dâhil oldu ve İran’daki nükleer tesisleri bombaladı.
Peki, ABD tam olarak ne yapmak istiyor İran’da, neyi amaçlıyor?
İran-ABD ilişkilerinin çatışmalı arka planı

Türkiye gibi ülkelerde artık rutin hale gelen komplo teorileri ve konspiratif zihinlerin ürettiği “danışıklı dövüş, birbirinin çıkarına hizmet etme, Sünniler aleyhine ittifak etme” vb. kurgular şahsen benim analiz çerçevemin dışında kalıyor. Sahadaki güç dengelerine ve somut verilere dayanarak gelişmeleri okumanın daha sağlıklı sonuçlar ürettiğini düşünüyorum. Ancak bu, geriye dönük olarak, geçmişten beri atılan makro adımların nereye doğru gidebileceği konusunda projeksiyonlar geliştirmemize engel değil.
Zannedildiği gibi, ABD başından beri 1979 Devrimi’nin İslamîleşmesini ve Ayetullah Humeyni’yi desteklemedi. Ancak Soğuk Savaş’ın çatışmacı ortamı, Sovyetlerin Afganistan’daki etkisi (bilahare işgali), Türkiye ve Orta Doğu’da ABD karşıtlığının yükselmesi sürecinde bir tercih yaptı: Şah’ın Ak Devrim’i başarısız olmuştu, Tudeh ve örgütlü sosyalist hareket öncülüğünde bir Kızıl Devrim kapıdaydı. Bu şartlarda Humeyni öncülüğündeki bir Yeşil Devrim Batı ve ABD açısından daha rasyonel ve tercih edilebilir seçenekti. Humeyni’nin yakın çevresindeki Batı eğitimli politik elitler ve ordudaki ABD’ye sıcak kesimler üzerinde bu yeni devrimi yönlendirebileceğini düşündü. ABD’nin bu ilk aylardaki stratejisi başarısız da olmamıştı. Ancak Kasım 1979’da Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’nin Humeyni’ye yakın öğrenci/milisler tarafından basılması ve sonrasındaki kopuş sürecinde, önce Körfez Arapları ve ABD’nin koordinasyonunda Saddam Irak’ı Eylül 1980’de İran’ın üzerine saldırtıldı.
Bugün de nükleer müzakerelerdeki anlaşmazlık bahane edilerek, yine ABD tarafından İsrail’in İran üzerine saldırtıldığı bir sürecin içindeyiz. Hâlbuki Şah dönemi İran’ına nükleer enerji programı bizzat ABD tarafından hediye edilmiş ve nükleer güç olması teşvik edilmişti. Şah’a mubah kılınan nükleer enerji, bugün “mollalara” haram kılınıyor ABD tarafından. Buna mukabil, İsrail’in gizli nükleer programı yine aynı ABD tarafından teşvik ediliyor ve Tel Aviv’in bölgesel hegemonya kurması siyasi, askeri ve finansal açıdan her şekilde destekleniyor.
ABD’nin İran’la ilişkilerindeki en kritik ikinci dönemse, 11 Eylül saldırıları sonrasında yaşandı. Ocak 2002’de dönemin ABD Başkanı George W. Bush, “Birliğin Durumu” konuşmasında meşhur “Şer Ekseni” ifadesini kullandı. İran, Irak ve Kuzey Kore'yi bu eksenin üyeleri olarak tanımlayan Bush, bu ülkeleri teröristleri barındırmakla ve desteklemekle suçladı. Ardından Mart 2003’te Irak işgal edildi, Kuzey Kore ise Çin ve Rusya’nın açık himayesi (ve elbette nükleer silah ve balistik füze stokları) sayesinde şimdilik ABD bombalarından kurtulmuşa benziyor.
İran’ın 2000’lerde dönüşen bölgesel güvenlik stratejisi ve ABD’nin yaklaşımı
İran, 2000’lerde Irak ve K. Kore’ye yönelik bu süreçten dört önemli ders çıkardı:
i) Nükleer silahlar olmadan kendi güvenliğini ve caydırıcılığı sağlamak mümkün değil; Irak’ın elindeki kimyasal ve biyolojik imha silahlarıyla balistik füzeler bile Saddam’ın devrilmesini engelleyemedi.
ii) Savunmayı kendi sınırlarında tutmak riskli; bölge genelinde ABD ve İsrail çıkarlarına doğrudan tehdit oluşturabilecek kadar etki alanını genişletip silahlı networkler kurmadan, kendi sınırlarını korumak dahi zorlaşabilir.
iii) Bölgedeki Müslüman çoğunluklu ülkeler dâhil, Batı öncülüğündeki uluslararası toplum tümüyle karşınızdaysa zaman zaman tavizler vererek (veya verdiğini düşündürerek), arka planda kendi güvenlik stratejisini işletmek; hem bölgesel nüfuzu genişletmek hem de nükleer ve balistik füze programını ilerletmek.
iv) İslamî söylemle anti-Amerikancı, anti-Siyonist ve anti-emperyalist söylemi dikkatli bir şekilde harmanlayarak, müttefik grup ve ülkelerin sayısını arttırmak, bölgesel ve uluslararası destek tabanını genişletmek.

Ancak bu tür süreçlerde “güç” olgusu, hemen her zaman daha fazla güç dinamiklerini karşısında bulur ve bu durum hızla karşılıklı tırmanmaya dönüşür. İran-ABD arasındaki gerginlikte de yaşanan bu oldu: İsrail ve onunla normalleşen Arap yönetimlerinin desteğini alan ABD, hem nükleer müzakerelerde İran’ı uranyum zenginleştirmenin yasaklandığı bir anlaşmaya ikna etmek için İsrail üzerinden bir saldırı başlattı, hem de İran’ın bölgedeki tüm önemli kollarının kesilmesini netice veren bir sürece öncülük etti.
Orta Doğu haritası üzerinden ABD’nin bölgedeki üslerine bakınca ilk olarak dikkati çeken; İran’ın hemen batısındaki tüm ülkelerde askeri üslerin bulunması, bu üslerde konuşlu 50 binin üzerindeki Amerikan askeri personeli ve ayrıca Malatya, BAE gibi stratejik bölgelerdeki radar üslerinin İran’ın her türlü hamlesini uzun zamandır ve dikkatle takip etmesi olgusudur. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Rubio’nun 22 Haziran sabahı İran nükleer tesislerine yönelik ağır bombardımandan hemen sonraki “İran bir tehdit olmazsa, Orta Doğu’daki ABD üslerine gerek olmazdı” açıklaması da bu durumu teyit ediyor.
ABD, İran rejimini değiştirmek mi istiyor?
ABD’nin İran’a yönelik politikasının dört nedenden dolayı yanlış değerlendirildiğini düşünüyorum:
a) ABD’nin Orta Doğu politikaları, işgal ettiği Irak ve Afganistan’da başarısız oldu. Irak, 2003’teki işgalden hemen birkaç yıl sonra hızla İran kontrolüne girdi, böylece ABD sonuçta hiç arzu etmediği bir İran nüfuz alanına kendi hamlesiyle yol vermiş oldu. Keza Ekim 2001’de devirdiği Taliban’a, Ağustos 2021’de ülkeyi teslim ederek başarısızlığını kabullenip Afganistan’dan ayrıldı. İran’daki olası bir kara işgalinin de başarısız olacağı konusunda, ABD’deki İranlı rejim muhalifleri dışında, hemen herkes hemfikir.
b) İran’ın yaklaşık 1,7 milyon km2’lik yüzölçümü ve muhafazakâr çoğunluklu 100 milyona ulaşan nüfusu, karasal işgali bir seçenek olmaktan çıkartıyor. Zira bu denli büyük bir coğrafya ve güçlü bir askeri yapıyı işgal etmek, kuşkusuz Irak ve Afganistan’dan bile çok daha ağır maliyet getirecektir. Trump’ın kar-maliyet hesaplamalarında bu seçenek, İsrail baskısı altında dahi ciddi bir alternatif olamayacak kadar maliyetli.
c) İran’daki yönetimin düşürülmesiyle ortaya çıkacak kaos ikliminde hem Şii hem de Sünni aşırılıkçı unsurların silahlı şekilde sahaya çıkması, Irak’ta ABD işgali sonrasında yaşanandan çok daha kanlı bir bölgesel savaşa yol açabilecektir. Üstelik bu grupların elinde bu sefer nükleer silahlar da olacaktır ki bu seçenek İsrail’in dahi tercih etmeyeceği bir kıyamet senaryosu olabilir. Dahası, ABD’nin İran’da başa geçireceği yönetimin Afganistan’dan 2021’de kaçan Eşref Gani kadar bile ülkeye hâkim olacağı şüpheli.
d) ABD, İran’da rejim değişikliğinden ziyade, Devrim Muhafızları Ordusu ve Ayetullah Hamaney çevresinde kümelenen şahin kanadın tasfiyesini hedefliyor. Ocak 2020’de Kasım Süleymani’nin öldürülmesi de Suriye’deki İranlı generallerin tasfiyesi, Hamas ve Hizbullah’ın çökertilerek İran etkisinin kırılması da bu amaca yönelikti. Bu sayede, nükleer ve balistik füze programlarını yöneten şahin kanada mensup sivil ve askeri yöneticilerin tasfiyesi ABD açısından öncelikli. Diğer türü Ahmed el-Şara gibi el-Kaide geçmişinden gelen bir “eski terörist”le dahi masaya oturup el sıkışabilen Trump ve ABD açısından, İran’daki mollaların milenyalist ve mesiyanik tasavvurları büyük bir tehdit oluşturmuyor; tıpkı Suudi Arabistan ve Katar’daki Amerikan karşıtı ulemanın bir tehdit oluşturmaması gibi. Baskıyı arttırdıkça İran’daki ılımlı kanadın elinin güçleneceği öngörülüyor.
Öte yandan Çin’in yükselişi ve çok-kutupluluk tartışmaları bağlamında da ABD’nin İran politikasının ve daha genel anlamda, Orta Doğu’da devam eden düzen kuruculuk iddiasının, son aylardaki gelişmeler ve yeni bölge düzeni açısından da yakından incelenmesi gerekiyor. Çin ve Rusya’nın, Suriye’deki 61 yıllık Baas rejiminin Aralık 2024’te devrilmesine bir tepki verememesi, ardından bölgedeki en yakın müttefikleri İran’a yönelik ağır bombardımanı da bu denli zayıf tepkilerle geçiştirmesi, aslında çok-kutupluluk tartışmalarının akademik bir beyin jimnastiğini ötesine geçemediğini, sahadaki gerçekliğin esasen birden fazla kutba işaret etmediğini düşündürüyor. Bu uzun bahsi bir başka yazıda ele almayı planladığım için burada sadece işaret ederek geçiyorum.
Bu noktada not edilmesi gereken bir başka husus da İran’ın büyük oranda rasyonellikten uzak bir aktör olarak (İranlı karar vericiler bunu olumsuz bir husus olarak kodlamıyor), ABD ve İsrail karşısında yaklaşık yarım asırdır direnmeye çalışması. Her ne kadar 2003-2023 arasındaki yükseliş döneminde bölgede Türkiye ve Sünni Araplar aleyhine bir tesir sahası kursa ve bundan dolayı çok ciddi eleştiri ve düşmanlıklara sebep olsa da bölgede İsrail’in karşısında durmaya cesaret edebilen tek aktörün İran ve onun Hamas, Hizbullah gibi müttefikleri olduğu aşikâr. ABD ile anlaşıp Katar, BAE seviyesinde bir refaha, sahip olduğu doğal kaynaklarla Türkiye’den dahi çok daha güçlü bir bölgesel güce kavuşması mümkünken, çoğunlukla ideolojik söylemlerle İran’ın kendisini geride tuttuğu ve ABD-İsrail karşısında sert bir direniş ve güç merkezi oluşturduğu da keza aşikâr.
Şüphesiz her ülkenin kendi milli menfaatleri dış politika yönelimlerini belirliyor, herhangi bir ülkeyi ABD ile müttefik olduğu için suçlamak Realist uluslararası ilişkiler okuması çerçevesinde mümkün değil. İran’da ise muhalif kitleler kendi yönetimlerini Realist davranmamakla, Humeyni-Hamaney çizgisinin bu sert anti-Amerikancılığından ve bundan doğan yaptırım ve yalnızlaşmadan dolayı eleştiriyor, hatta suçluyor. Nitekim Trump’ın İran liderlerine çağrısı da aynı yönde: Bizimle anlaşın ve hayatınızı yaşayın!
İsrail bombardımanı ve ABD’nin nükleer tesisleri yok etmesinin ardından, İran’da şahin kanadın mı daha fazla güç kazanacağını, yoksa ılımlıların nükleer müzakerelere dönüp ABD ile anlaşacağını mı sorusunu, bölge dengelerinin ötesinde bu iç siyasi ve sosyolojik vaziyet yönüyle de takip etmek gerekiyor.