Yeni Uluslararası Ortam: İsrail, Arap Levant’ına Nüfuz Alanını Dayatıyor 

Arap Araştırma ve Siyaset Çalışmaları Merkezi Başkanı Dr. Azmi Bişare, ABD’nin İsrail’e verdiği desteğin Arap Levant’ındaki nüfuz alanını genişlettiğini vurguladı. Bişare, İsrail’in bölgedeki hegemonya kurma çabalarının, uluslararası dengeler üzerindeki etkisini aktardı.
Fokus+
Yeni Uluslararası Ortam İsrail, Arap Levant’ına Nüfuz Alanını Dayatıyor 

07.04.2025 - 16:53  |  Son Güncellenme:21.05.2025 - 14:38

-Gelişen uluslararası ilişkiler ortamı üzerine bir not-

ABD Başkanı Donald Trump ve yeni iktidar oligarşisi başarılı olursa; kendilerine önemli bir iç veya dış muhalefet olmadan yeterli zaman tanınırsa, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana yürürlükte olan devletlerarası ilişkilerin normları ve kuralları kökten bir dönüşüme uğrayacaktır. İki kutuplu dünya sisteminde, nüfuz alanlarının yaklaşık sınırları çizilmişti ve vekalet savaşları da dahil olmak üzere çatışmalar bu alanların dışında kalanlar için yapılıyordu. Sömürgeciliğin sonunun geldiği bir çağda, her iki kutup da sadece ekonomik çıkar iddia ettikleri için, kontrol ettikleri bölgelerde bile istedikleri her şeye el koyma hakkına sahip değillerdi. Sosyalizm, liberal demokrasi, anti-komünizm ve benzeri evrensel ideolojik gerekçeler bu kontrolü meşrulaştırmak için kullanıldı.  

İki kutuplu sistemin çökmesiyle, bazılarının sandığı gibi çok kutuplu bir sistem ortaya çıkmadı. Bunun yerine, merkezinde ABD’nin yer aldığı ve büyük bölgesel devletlerin onu dengelediği tek kutuplu bir sistem meydana geldi. Çin, ABD ile rekabet eden küresel bir ekonomik süper güç haline geldikten sonra bile, ABD siyasi ve stratejik olarak bölgesel bir güç olmaya devam etti. Tek taraflı sistemin bu kutbu, mevcut uluslararası düzene saygı duyduğunu ilan etti, hatta uluslararası hukuku koruma görevini üstlendiğini ileri sürdü. Bu koruma, özel çıkarların standartlaştırılmasının bir başka ifadesi olan, bilinen çifte standartların sınırlarında gezinen bir korumaydı. Bu bağlamda, ABD yönetiminin attığı adımlarla yeni bir uluslararası düzenin ana hatları yavaş yavaş ortaya çıkıyor.   Söz konusu eylemler, sistemin merkezi olan ABD’nin üstünlüğünü kabul etmeleri koşuluyla, uluslararası sahnede güçlü devletlerin varlığının tanınması anlamına geliyor.  Buna göre ABD, diğer güçlü ülkelerin nüfuz alanlarını kabul edecek ve her birinin kendi koşullarına göre bu alanlar üzerinde egemenlik ve kontrol kurması için onlara serbestlik tanıyacak. Ancak Beyaz Saray’ın üstünlüğünü ve ticaret dengesini ABD’nin lehine ayarlayarak ekonomik olarak yansıtma kararlılığını istemeyerek de olsa kabul etmek zorunda kalacaklar. Böylece ABD, ittifakları, modelinin çekiciliği, sağladığı yardım veya ‘özgür dünyaya’ liderlik etmesi nedeniyle değil, yalnızca ekonomik ve askeri gücü nedeniyle ayrıcalıklardan yararlanabilecek.  

ABD’nin hedefi ne?

Beyaz Saray, bir süper gücün ayrıcalıklarını, sorumluluk ve görevlerinden arındırarak korumaya karar verdi. ABD bu ayrıcalıklarını korurken, müttefiklerine sırtını dönüyor ve yalnızca “Önce Amerika” sloganı altında kendi çıkarlarının peşinde koşuyor. Bu çıkarlar, güçlü oligarşinin mümkün olan en dar anlamıyla tanımladığı güncel duruma göre belirleniyor. Bu tanımı açıkça fantezileri ve narsisizmleri ile kendilerinin çıkarlarıyla uyumlu hale getirmekten çekinmiyorlar.  

Akıllarında, sosyal hakların en aza indirildiği, güçlü bir güvenlik devletinin “daha şanssız” vatandaşlarıyla ilgilenmek, büyük teknoloji şirketlerine kontrol ve kısıtlamalar getirmek veya yapay zekâ projelerini kısıtlamakla görevlendirilmediği, post-liberal, post-sosyalist bir düzen var. Ülkedeki büyük teknoloji şirketlerinin sahipleri ve yöneticileri, yakın zamanda gerçekleşen başkanlık seçimlerinden önce çıkarlarının bir zamanlar benimsedikleri liberalizmle değil, teknoloji ve iletişim üzerindeki kısıtlamalara aldırmayan ve bu şirketlerin küresel çapta nüfuzunun genişlemesini koruyan sağcı popülizmle örtüştüğünü fark ettiler. Böylece siyaset ve ekonomideki en sağcı ve popülist güçlerle ittifak kurmaya yöneldiler. Yapay zekanın ustaları, verimsiz gayrimenkul sermayesiyle, popülizmin ve siyasi cehaletin ustalarıyla bir araya geldi. Bu konu ayrı ve uzun bir incelemeyi gerektiriyor. Ancak bizi ilgilendiren, içeride liberal demokrasinin kazanımlarından uzaklaşılması ile dışarıda açgözlülüğün serbest bırakılmasının aynı zamanda yaşanmasıdır.  

ABD açıkça, Panama Kanalı’nı (Trump’ın kötü kelime dağarcığına göre) “almak” veya kanal üzerinde yeniden kontrol sahibi olmak istediğini, ayrıca kaynak zengini Grönland adasını Danimarka’dan koparıp, Kanada’yı ilhak ederek ABD’ye bağlamak istediğini ilan ediyor.  

Bütün bunlar, küresel kapitalist sistemin liderinin, rakip ve müttefik ülkelerle yaptığı ticarette gümrük tarifelerini artırarak, küresel serbest ticaret sistemi olarak kabul edilen sistemi baltalama çabalarıyla benzerlik gösteriyor. İçeride “Önce Amerika” ve “Amerika’yı Yeniden Harika Yap” popülist doktrini, dışarıda ise emperyalizm açısından müttefikler ve düşmanlar arasında esaslı bir fark olmadığından artık ittifak bağları onu rahatsız etmiyor.  

Demokrasi kendi başına bir öncelik değil, ancak Beyaz Saray’ın yeni başkanının gözünde artık bir engel haline geldi. Trump ve destekçilerinin yeni siyasi söylemlerinin satır aralarında, Rusya için bir nüfuz alanının tanınması, Rusya’nın Ukrayna’daki emellerinin anlaşılması, Çin için bir nüfuz alanı, Tayvan’ın kendi kaderini eline alması, Güney Kore, Japonya ve Batı Avrupa gibi ülkelerin kendi savunmalarında daha büyük bir rol oynamaları gerektiği yer alıyor.  

ABD’nin yeni yöneticileri, Avrupa’daki siyasi liberalizme ve bazı Avrupa ülkelerindeki yerleşik sosyal haklara açıkça karşı çıkıyor ve orada aşırı sağı açıkça teşvik ediyor. Her şeyden önce, Ocak ayından bu yana Beyaz Saray’da oturan başkan, ülkelerindeki uygulamaları ne olursa olsun, anlaşmalar yapabileceği güçlü liderlerden hoşlanıyor. Gündeminde insan hakları gibi konular yer almıyor.  

Bu yeni ortam henüz istikrara kavuşmadı ve hiç kavuşmayabilir de. ABD’nin yeni politikalara karşı iç muhalefeti hala gelişiyor. Ancak özellikle demokrasinin en temel ilkeleriyle çelişen otoriter eğilimlerin ortaya çıkması, kamu hizmetlerinin kısıtlanması, gümrük tarifelerinin artırılmasından etkilenenlerin sayısının çoğalması ile, muhalefetin Kongre ara seçimlerinde ve hatta belki de ondan önce ortaya çıkacağına kesin gözüyle bakılabilir. Bu politikalara karşı henüz dışarıdan da bir direnç oluşmadı. Kafa karışıklığı ve şaşkınlık var ama bu boşluk uzun sürmeyecektir.  

Bu varsayımın burada tartışılamayacak bazı nedenleri ve motivasyonları var. Bunların en önemlisi, buna karşı koymanın yollarını arayan büyük ve önemli ülkelerin çıkarlarına verilen zarardır. Bu çerçevede yeni uluslararası ortam gelişirken, ABD yönetimi, İsrail’i Suriye, Filistin ve Lübnan’a karşı elinden gelen her şeyi yapmaya teşvik ediyor. Arap devletlerinin zayıflığına, hatta bazı durumlarda suç ortaklığına rağmen, ABD yönetimi, İsrail’i en güçlü bölgesel güç olarak görerek, ona destek veriyor.  

Arap Levant’ı İsrail’in nüfuz alanına mı dönüşüyor?  

Arap Levant (Maşrık) bölgesi, İsrail’in vahşet derecesine varan kanunsuzluğuna tanık oluyor. Bu kanunsuzluk, ABD’nin yaktığı yeşil ışık ile mümkün oluyor. Ayrıca, her yerde müttefiklerine karşı cimri davranan yeni ABD yönetimi, İsrail’e de cömertçe harcama yapıyor. ABD için İsrail sadece önemli bir bölgedeki güvenilir bir müttefik değil, aynı zamanda ABD içinde de bir müttefik. Yine aynı ABD yönetimi, zengin Körfez Arap ülkelerinden ABD ile ittifak kurmaları ve korunması karşılığında çeşitli biçimlerde (yatırımlar, artan silah anlaşmaları, vb.) para ödemelerini talep ediyor.  

Bazı Arap ülkeleri, İsrail’in direniş hareketlerine karşı mücadelesine, İran eksenini hedef almasına ve bölgedeki etkisinin sınırlı olmasına güvenmeye başladı.  Gazze Şeridi’nde iki yıldır devam eden ve soykırıma dönüşen bu kanlı operasyon, siyasi etkisi bakımından da bir o kadar tehlikeli başka biçimlere büründü. Öte yandan İsrail, Filistin’in geri kalan bölgeleri ve Lübnan’da da operasyonlarını sürdürüyor. Buna karşı resmi bir Arap eyleminin olmaması nedeniyle, Arap Levant’ında bir İsrail nüfuz bölgesi dayatılıyor ve bu sürekli olarak genişletiliyor. Filistin’in çevresindeki Arap ülkeleri, savaşın Aksa Tufanı’na verilen yanıtla ilgili olmaktan çıkıp bir soykırım savaşına dönüşmesinden sonra bile bunu durdurmaya çalışmadılar. İşgalci güçlerin Gazze Şeridi’ne insani yardım geçişine izin vermesini sağlayarak kadınlara, çocuklara ve yaşlılara yardım ulaştıramadılar. Bu durum Filistin direnişinin ortadan kaldırılmasını bekleyenler için bile utanç kaynağı olmalı.  

Kamuoyunu asgari düzeyde tatmin edemeyen ülkeleri kim hesaba katacak?  

Olaylar, İsrail’in, ABD ile Delhi’den Tel Aviv’e uzanan bir müttefiklik ekseninin oluşmasını engelleyen direniş hareketlerinin verdiği “rahatsızlıktan” kurtulmayı bekleme yaklaşımının ötesine geçmiş durumda. Aynı zamanda, İsrail’in işgal devam ettiği sürece “direnişi ortadan kaldırmayı” başaramadığı gibi, Arap halklarının direnişe sempati duymasını da engelleyemediği ortaya çıktı.  Ancak İsrail içeride herhangi bir sınırlama veya dışarıdan bir caydırıcılığın olmadığı bir ortamda, sert askeri hamlelerini ve bundan kaynaklanan orantısız gücü, Filistinlileri yerinden etmek ve Batı Şeria’yı ilhak etmek gibi hedeflere ulaşmak için kullanmaya başladı. Bu durumun İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini engellemesi bekleniyor. Üstelik ABD yönetiminin İsrail’e koşulsuz desteği göz önüne alındığında, savaş artık Arap-İsrail ittifakının değil, İsrail’in Arap Levant’ı üzerindeki hegemonyasının önünü açıyor. Bir sömürge yerleşim birimiyle, yani İsrail ile ittifak kurmak isteyen herkes, en azından ittifakın bu şekilde olacağını anlamalıdır. Diğer yandan, İran’a savaş açılmasını beklemek, tıpkı Filistin direnişine karşı savaşın sonuçlarını beklemek gibi, İsrail’in yukarıda belirtilen yöndeki saldırganlığını yalnızca artıracaktır.  

İsrail, Filistin sorununun yalnızca kendi etkisi altında olduğu ve hiç kimsenin ne bir barış girişimi ne de bir “barış süreci” aracılığıyla buna müdahale etme hakkına sahip olmadığı yeni bir siyasi gerçeklik oluşturmaya çalışıyor. Ayrıca liderlerinin Suriye ve Lübnan’ın ve belki de diğer ülkelerin gelecekte nasıl yönetileceği ve idare edileceği konusunda söz sahibi olduğunu kamuoyuna açıklayarak bunu aşmak istiyor. ABD de bu konuda ona destek veriyor, hatta Netanyahu’nun güç mantığının “etkinliğini” göstermesinin ardından Arap liderlerin bölgesel konularda kendisiyle istişare etmesini öneriyor.  

İsrail, Suriye’deki yeni yönetimi kabul etmeyi reddediyor ve ülkeye eşi benzeri görülmemiş şekilde yoğun bombardıman yoluyla silahsızlanmayı dayatmaya çalışıyor. Bunu da ancak yapabilme kabiliyetiyle, yani hegemonyasıyla gerçekleştirebilir. Ayrıca Suriye’nin kuzeyinde Türk nüfuz alanı olarak gördüğü bölgeye karşılık, güneyde bir nüfuz alanı oluşturmaya çalışıyor. Aynı zamanda İsrail, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını ve Lübnan'ın da fiili olarak silahsızlandırılmasını istiyor. ABD ve bazı Arap ülkeleri, Lübnan’ın yeni koşullarla yüzleşmesine yardımcı olmak yerine, Hizbullah’ı zorla silahsızlandırması ve Suriye, Lübnan ve İsrail arasında sadece askeri değil; siyasi hatlar açması yönünde de baskı yapıyor. Böyle bir yaklaşımın iç savaşlara yol açabileceğinden endişe duyulmuyor. Suriye veya Lübnan’daki herhangi bir liderlik, topraklarını işgal eden ve emirlerini sanki “onların koruyucusuymuş” gibi kamuoyuna duyuran İsrail ile siyasi hatlar açmaya istekli olduğunu ifade ederse yanılmış olur. Çünkü aralarındaki temasların konusu Golan Tepeleri’nden çekilme ve 1967 sınırlarına geri dönüş değil, iki ülkenin içişlerine müdahale olacaktır.  

Suriye’deki bu İsrail oyununa karşı koymanın tek yolu, Suriye halkını kuzeyde, güneyde, doğuda ve batıda devlet içinde birleştirebilecek ve önceki aşamanın kalıntılarını aşarak Lübnan ile Suriye arasında bu baskılara karşı bir anlayışa varabilecek çoğulcu, mezhepçi olmayan ve hatta mezhep karşıtı bir ulusal model sunmaktır.    

Çatışmanın başından beri sürekli dile getirilen bir düstur var:

 “Arap devletleri ve halklarının çıkarlarına hizmet eden her şey İsrail’e zarar verir.” 

Tel Aviv’in bu saldırganlığını, İsrail’in Irak’a yönelik ABD savaşı veya Mısır’daki devrim sırasında, Arap müttefikleri ve kamuoyunun hassasiyetlerini harekete geçirmemek için sessiz kaldığı dönemlerle karşılaştırırsak, yaşanan değişimin boyutunu daha iyi anlarız. Bir devletin herhangi bir bölgedeki ısrarlı saldırganlığına karşı koymanın koşulu ya dayatılan bir uluslararası hukuk ya da bunu durdurmaya istekli ve yetenekli bir uluslararası güç veya bölgesel olarak “güce güçle karşılık verebilecek” bir gücün varlığıdır. Ancak İsrail için bu unsurlar mevcut değil. İsrail’in güç yoluyla yayılmasına karşı koymaya hazır tek güç, her zaman doğruluğu kanıtlanmış olan direniş hareketleridir.  

İsrail’e karşı geliştirilen sessizlik

Bu hareketler, Arap dünyasının içinde bulunduğu koşullar ve üzerlerine uygulanan kuşatma da dahil olmak üzere, direnme yeteneğine sahiptirler. Savaş açmaya çalışmamaları, hatta savaş açılırsa bundan kaçınmaları beklenmez. Arap ülkeleri, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşında, kendi rejimleri, çıkarları, bölgesel ve uluslararası ilişkileri, özellikle de ABD ile ilişkileri perspektifine göre hareket ettiler. Böylece karşı karşıya kaldıkları bölgesel meydan okumayı ele alacak, ortak bir Arap veya bölgesel vizyon ortaya çıkmadı.    

Dolayısıyla savaş soykırıma dönüşmüş olmasına rağmen, Arapların savaşı durdurma yönünde tek bir adım dahi atmadıklarını, İsrail ile ilişkileri kesme tehdidinde bile bulunmadıklarını gördük. Oysa Arap ülkeleri savaşı durdurabilirlerdi ve eğer isterlerse bunu hala yapabilirler. Aklı başında her insan, ABD ile müttefik olanlar da dahil olmak üzere Arap ülkelerinin, Levant’ın İsrail’in nüfuz alanı haline gelmesinde hiçbir çıkarı olmadığını anlayacaktır. Arap ülkeleri, Levant’ın İsrail nüfuz alanına dönüşmesini engellemek için tam anlamıyla harekete geçirilmesine bile gerek olmayan muazzam güce sahipler. Ancak bu devam eden süreci durdurmak için kin ve anlaşmazlıklarını aşmaları; hâkim düşünce tarzını değiştirmeleri gerekiyor. Tabii ki bu sürecin doğasını, yani İsrail’in nüfuz alanına dönüşme sürecini ve bunun tehlikelerini anlıyorlarsa…

Böyle bir pozisyonun, tercihen İran ve Türkiye ile mutabakata varılarak, Arap devletlerinin egemenliklerine tam saygı gösterilmesi ve bu devletlerin ABD veya İsrail korumasına ihtiyaç duymadıklarını ileri sürebilmelerini sağlayacak bir bölgesel güvenlik sistemine ulaşılmasıyla güçlendirilmesi gerekir. Belki de yukarıda ifade ettiklerim sadece hayal ürünü düşüncelerdir. Zira Gazze deneyimi şunu kanıtladı:

 “Yaşayan birine seslenirseniz, sesiniz duyulur.”

Ancak bu makalenin başlığının işaret ettiği şey niteliksel bir değişimdir. Arap hükümetlerinin sadece ikna edici bir fikir olduğu için bakış açılarını değiştirip olaylara farklı bakmaları olasılığına ilişkin yapısal ve derin karamsarlığına rağmen, bunun açıkça ortaya konulması gerekir.  

Arap hükümetleri bu tehlikeli süreci durdurmak için harekete geçmezlerse, İsrail’in dayatmalarına maruz kalabilecekleri yeni bir durum ortaya çıkacaktır. Bu da onların çıkarına olmayacaktır. Ancak uzun vadede, İsrail hegemonyası için de durum istikrarlı olmayacaktır. Zira Arap dünyasındaki toplumsal ve siyasal çelişkiler, Filistin sorunu ve Arap halklarının üzerlerindeki İsrail hegemonyasını reddetmeleriyle birleşecektir. Sonuç olarak İsrail’in soykırım savaşı Arap dünyasında muazzam bir gerginliğe yol açtı, ancak bunun boyutları ve etkileri ise henüz ortaya çıkmadı.  

Arap Araştırma ve Politika Çalışmaları Merkezi  (Alaraby) Aljadid için kaleme alındı.