Bişare’den Gazze Yorumu: Arap Dünyası Bir Olsa Soykırım Durur Mu?


Orian21 haber sitesinin Genel Yayın Yönetmeni Sarra Griria, Doha’da Arap Araştırma ve Politika Çalışmaları Merkezi Direktörü Azmi Bişare ile röportaj yapma fırsatı buldu.
Bişare, Gazze’deki savaş, Filistin hareketinin geleceği, Suriye’deki durum ve Yahudilerin Gazze dayanışma hareketindeki yeri hakkındaki bazı soruları yanıtladı.
Griria’nın Bişare ile yaptığı röportajın tam metni şöyle:
Sarra Griria: Pekin toplantısından sonra ve Şubat 2025’te Doha’da düzenlenen konferans sırasında, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) tüm grupları daha iyi temsil edecek şekilde yeniden yapılandırma fikri ortaya atıldı. Bu, Filistin Yönetimi tarafından kesin bir şekilde reddedildi. Bu girişimlerin yanı sıra bugün Filistin direnişi için hem siyasi, hem de silahlı direniş açısından hangi manevra alanları bulunuyor?
Azmi Bişare: Bu soruya cevap vermek için koşullar karmaşık. Çünkü uzun vadeli stratejileri düşünmenin zamanı değil. Duygusal ve zihinsel olarak bu soykırımı ve savaşı durdurmaya odaklanmış durumdayız. Koşullar yeniden şekilleniyor, bu da gerçekten yeni stratejiler hakkında düşünmeyi gerektiriyor. Ancak bu düşünme bence bir araştırma merkezinde değil, siyasi hareketlerde gerçekleşir. Bir araştırmacı ya da bir entelektüel, fikir olarak stratejiler ortaya koyabilir, ancak bunları uygulayacak kimse yoksa, bunlar teorik senaryolar olarak kalacaktır.
Her ne kadar buna ihtiyaç duyulsa da, bugün Filistin siyasi hareketlerinin birleşik bir ulusal strateji üzerinde uzlaşmaları zor. Bu ulusal bir liderlik gerektiriyor, ancak Filistin liderliği derin bir şekilde bölünmüş durumda. Anlaşmazlık sadece ayrıntılarla sınırlı değil, daha çok temel nitelikte. Gazze’deki savaş sona erene ve Filistin siyasi haritası netleşene kadar bu stratejilerle ilişkili Filistin liderliğinin doğasını tartışmak zor. Bu olmadan, konu hakkındaki konuşma teorik olarak kalır. Eğer böyle bir ulusal liderlik var olsaydı, ne olduğunu ve ne yapabileceğini bilseydim bir entelektüel olarak cevap verebilirdim.
Çifte stratejik başarısızlık
Mevcut Filistin liderliği, İsrail’i müzakere edilecek temel ilkeler konusunda taahhüt altına sokmadan, mevcut güç dengesi altında müzakere etme stratejisinin başarısızlığını kabul etmeyi reddediyor. Sonunda Batı Şeria’daki yerleşimlerin genişlemesi ve İsrail’in Batı Şeria’nın bazı bölgelerini ilhak etme arzu ve hırsları ile karşı karşıya kaldık. Dolayısıyla bu liderlik elbette bir alternatif sunmayacaktır. Bence Filistin Yönetimi’nin ana stratejisi, İsrail işgali altında bir otorite olarak nasıl hayatta kalacağıdır. Hayatta kalmak için ne gerekiyorsa yapmaya hazır. Bu da, ulusal bir hareketin stratejisi değildir.
İkinci kısma, Hamas’a gelince, ne yazık ki, gerçekten de bir direniş operasyonu olan 7 Ekim operasyonunu mantıklı bir strateji yönetmedi ve bu operasyon sırasında gerçekleştirilen bazı eylemlere katılmasak bile direniş hakkı korundu. İsrail’in şu anda Gazze ve Batı Şeria’da yaptıklarının 7 Ekim’le hiçbir ilgisi olmadığını, İsrail’in mevcut planlarıyla ilgili kendi dinamikleri olduğunu her zaman hatırlamak önemlidir.
Aslında her zaman iki şey hatırlanmalıdır: Bunlardan ilki, 7 Ekim’de yaşananların bir kuşatma ve işgalin sonucu olduğudur. İkincisi ise İsrail’in yaptıklarının, Gazze’de fiziksel olarak ve Batı Şeria’da bir halk olarak Filistinlilerden kurtulma, yani bir Filistin devleti fikrinden kurtulma stratejileriyle bağlantılı olduğudur.
Gazze Şeridi’ndeki Filistin halkı ve Hamas gerçek bir yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Hamas’ın şu anda özgür olma veya devlet kurma planlarıyla değil, savaşı durdurmak ve hayatta kalmakla meşgul olduğuna inanıyorum. Hamas’ın Arap rejimlerinin suç ortaklığının kapsamı karşısında şaşırdığını düşünüyorum. Bu koşullar daha fazla düşünmeyi gerektiriyor.
Arap dünyasının bir kısmı İsrail’in Hamas’ı ortadan kaldırmasını ve Filistin direnişinden kurtulmasını bekliyordu ve bu faktör dikkate alınmalıdır. Arapların en azından makul bir resmi tutumu olsaydı, Gazze’de yaşananların, Filistin meselesini yeniden masaya yatırmak ve İsrail’i -mümkün olan tüm gücü kullandığı gerekçesiyle- çözüme zorlamak için bir başlangıç noktası haline getirilmesi mümkün olurdu.
Dünyadaki ulusal kurtuluş hareketlerinin çoğunluğu olmasa da birçoğu, askeri olarak yenilgiye uğratıldı. Ancak bir noktada sömürgeci, Fransa’nın Cezayir’de yaptığı gibi tüm gücünü kullandığına ve daha fazla ileri gidemeyeceğine ve bu nedenle durumun sona ermesi gerektiğine ikna olur. Başka bir deyişle, İsrail'i bunun karşı karşıya getiren bir Arap ve uluslararası tutum olsaydı, askeri bir kayıpla yolun sonu gelmezdi. Ancak Araplar ve uluslararası toplum İsrail ile suç ortaklığı yaptığı sürece, İsrail yapabileceği her şeyi yaptığına ve artık bir çözüme ulaşması gerektiğine ikna olmayacaktır. İsrail’in giderek artan şiddet ve vahşeti karşısında Arapların geri çekildiğini görüyoruz ve bu da İsrail’in güç mantığını faydalı olarak görmesine yol açıyor.
Sarra Griria: Arap ülkelerinin Gazze’deki katliam ve soykırımı durdurabileceğini söylediniz.
Azmi Bişare: Bana göre evet, en azından İsrail ile barış anlaşmaları olan ülkeler. Özellikle Mısır başta olmak üzere, barış antlaşmalarını sona erdirmekle tehdit etmeleri savaşı durdururdu.
Sarra Griria: Mısır’ın ABD’ye olan ekonomik ve askeri bağımlılığına rağmen mi?
Azmi Bişare: Bu durum ABD’nin Mısır’ı terk etmesine yol açar mı? O zaman daha önemli bir soru sorulmalı: Mısır Arap dünyasında yalnız mı bırakılır? Mesele sadece Mısır'ın meselesi değil, bu kararı vermek istememesinin tek sorumlusu da Mısır değil. Mısır rejiminin hala Camp David’de belirlenen kurallara göre oynamaya kararlı olduğuna ve Gazze’de olanları köklü bir değişim olarak görmediğine inanıyorum.
İsrail 7 Ekim’den sonra Gazze’ye girdiğinde, Gazze’nin ortadan kaldırılmasını talep eden kitlesel bir histeri vardı ve bu durum bir, iki veya üç ay sürebildi. Ancak İsrail’in Araplardan bir tepki gelmeyeceğini, ABD’nin ve hatta büyük ölçüde Batı’nın suç ortaklığı olduğunu anlaması onu devam etmeye teşvik etti. Hayalini kurduğu senaryolar, örneğin yerinden etme gerçeğe dönüşebildi. Başka bir deyişle, savaş sırasında ortaya çıkan ve bu şekilde gelişmesi gerekmeyen bir dinamik var. Yaşananlar tarihsel bir kaçınılmazlık değil, daha ziyade bu savaşla başa çıkma biçimimizle yani insanların eylemleriyle ilgili bir dinamikti.
Sarra Griria: Mısır’ın Filistinlilerle dayanışmadan değil, rejim kaynaklı gerekçelerle karşı çıkmasına rağmen, 2,2 milyon Filistinliyi Gazze’den göç ettirme senaryosu size gerçekçi geliyor mu?
Azmi Bişare: Yine Mısır ve Arapların tepkisine bağlı olan birkaç senaryo var. Örneğin İsrail’in yerinden etme konusunu gündeme getirmesi ve bundan daha azının kendisi açısından bir taviz gibi görünmesi gibi. Yani, eğer birdenbire yerinden etme meselesinden vazgeçip, Gazze Şeridi nüfusunun yarısının, bölgenin üçte birinde yoğunlaşması gerektiğini söylemeye başlarsa, bu bir tür “ılımlılık” gibi görünecektir.
Başka senaryolar da var. Bunlardan biri, yaşam koşulları o kadar zor ve yaşamak o kadar imkansız hale gelir ki, savaş bitip yeniden inşa başladığında -eğer başlarsa- kitlesel göç de başlar. Bu göç sadece bir milyon kişiyi kapsasa bile, bu kişiler tanıdıkları sayesinde ya da bazı ülkelerin organize bir politika olmaksızın kapılarını açması nedeniyle göç edeceklerdir. Gazze’de yaşamı neredeyse imkansız hale getirmek kesinlikle insanların ülkeyi terk etmesine neden olacaktır.
Savaşın başında Mısırlı yetkililerin -ya da sınır kapısındaki temsilcilerinin- Filistinlilerin çıkışına izin vermek için nasıl para talep ettiklerini ve beş ya da on bin doları olanların ülkeyi terk ettiklerini gözlemledik. İsrail bunu umuyor ve Gazze’de yaşamı imkansız hale getirerek onun kaybedecek hiçbir şeyi yok. Ancak Arap ya da Mısırlıların suç ortaklığı olmadan kitlesel göç elbette mümkün değil. Bu arada İsrail, Batı Şeria’daki Filistinlileri de göçe zorlamak için planlar ve yöntemler düşünmeye başladı.
İki milliyet kaçınılmaz bir gerçek
Sarra Griria: Bugün artık iki devletli çözümün gerçekçi olmadığını biliyoruz. Siz daha önce tek devletli demokratik çözüm çağrısında bulunmuştunuz. Bu çözüm 1970’lerden itibaren Fetih hareketinin literatüründe tartışılmıştı. Bugün de, örneğin Dr. Mustafa Barghouti gibi aynı çözüm çağrısında bulunan Filistinli seslerle karşılaşıyoruz. Öte yandan, dünyadaki çoğu ülkenin hala (en azından resmen) iki devletli çözüme bağlı kalmasına karşın, İsrail toplumunun ulaştığı faşizm düzeyi göz önüne alındığında, tek devletli bir çözüm ütopik görünüyor. Ne iki devletli, ne de tek devletli bir çözüm olmak üzere bugün uygulamaya konulabilecek bir ara hedef görüyor musunuz?
Azmi Bişare: Aslında böyle bir hedef yok. İsrail’in işgali sona erdirmekten başka seçeneği olmamalı ve bu da iki şekilde yapılabilir. Ayrıca İsraillilerin Siyonist karakterinden vazgeçip, mültecilerin geri dönmesini ve ulusal karaktere sahip olmayan bir devlette eşit haklara sahip vatandaşlar olarak yaşamalarını kabul edeceklerine dair fikrin imkansız olduğuna inanıyorum. Çünkü onlar için bu İsrail’in yok olması anlamına gelirken, bir Filistin devleti -en azından iki devletli bir çözüm şeklinde- yok olmayacaktır.
Dediğiniz gibi, El Fetih gibi bazı hareketler bu konuyu şu şekilde polemik konusu haline getirdiler: “Yahudiler ve diğerleri silah zoruyla özgürleştireceğimiz Filistin’de eşit olarak yaşayacaklar”. Bunu laik demokratik bir devlet olarak adlandırdılar. Ancak bu, kesinlikle imkansız olduğu kanıtlanan silahlı mücadele stratejisinin şemsiyesi altındaydı. Silahlı mücadelenin gerçek bir strateji olmadığına, İsrail’e karşı direnişte Filistin kimliğinin yeniden canlandırılması olduğuna inanıyorum.
Filistin’de zamanla iki milliyet veya iki halk oluşmuştur ve artık bunu, tek bir devletten veya bireysel hakların tanındığı bir arada yaşamaktan vs. söz etsek bile, görmezden gelemeyiz. İbranice bir dilin, bir kültürün ve dünyadaki diğer Yahudiler ve Filistinlilerden farklı bir İsrail halkının varlığını görmezden gelmek artık mümkün değildir. Bunu görmezden gelenler unutuyor demektir. Aynı şekilde Filistinliler de Filistinli Arap kimliklerinden vazgeçmiş değiller. Ulusal kimlikleri olmayan laik, demokratik bir devletten bahsetmek Filistinliler için de kabul edilemez.
Bu nedenle, tek devletten söz eden herkes iki milletin, bir değil, iki dilin varlığını tanımak zorundadır. Peki bu ne olabilir, İngilizce mi? İsrailliler ne sadece Arapça’yı kabul eder, ne de Filistinliler sadece İbranice’yi kabul eder. Tek devletli çözüm ve iki devletli çözümün her ikisi de iki millet fikrini içermektedir. Ancak bunlar strateji değil fikirdir, çünkü stratejiler örgütlü siyasi güçler tarafından geliştirilmelidir.
İsrail Gazze’den sonra ne yapacak? Filistin halkının üzerine nükleer bomba atabilir. Eğer tüm bu zulüm ve yıkım sürerken, biz geri adım atmazsak ve İsrail Filistin meselesini çözmeden kendisiyle ilişkileri normalleştirecek birilerini bulmazsa bu sorunla yüzleşmek zorunda kalacaktır. O zaman çözümler hakkında konuşacağız. Şu an için karşı tarafın Filistin meselesini çözmekte zorlandığı bir durumda değiliz. Çünkü Filistin meselesi çözülmeden İsrail ile normalleşmek isteyen Arap devletleri var ve bu mesele çözülmeden güvenlik açısından kendisine hizmet etmeye istekli bir Filistin Yönetimi var. O halde İsrail neden bu meseleyi çözmeye çalışsın ki? İşte bu yüzden “çözüm önerme zamanı değil” diyorum. Artık İsrail’e bu zorunluluğu gösterecek yeterli sayıda Arap, Avrupalı ve diğer müttefiklere sahip olmamızın zamanı geldi.
İsrail’in nüfuz alanı
Sarra Griria: Filistin bölgesinde bugün hiçbir silahlı direniş gücü kalmadı. İsrail’in bugün Lübnan ve Suriye’de halihazırda mevcut olan coğrafi ve askeri olarak varlık göstermesini ne durdurabilir?
Azmi Bişare: Şu anda gördüğüm kadarıyla hiçbir şey. Elbette bundan memnun olmayan Arap halklarının öfkesi dışında hiçbir şey yok. Bu ne zaman mı? Bilmiyorum. Ancak Arap halklarında İsrail’in davranışlarına duyulan bu öfkenin ve buna karşı resmi Arap tepkisinin etkisi hissedilecek. Bundan eminim.
Şu anda olan şey, Arap Maşrık’ın (Levant) İsrail’in nüfuz alanına dönüşmesidir ve bu geçmişte olmayan büyük bir değişimdir. ABD’nin müttefiki olan ülkeler -ki bunların sayısı oldukça fazladır- ve sömürge döneminde İngiltere’nin müttefiki olan ülkeler bile İsrail’in nüfuz alanını kabul etmezdi. Bu ülkeler ABD, Fransa ya da İngiltere’nin nüfuz alanına hazırdı, ama bölgeye bu şekilde gelen sömürgeci bir yerleşimci varlığa hazır değildi. Suriye ve Lübnan’ın nasıl yönetileceğini, Körfez halkının ne yapması gerektiğini, Fas’ta müfredatın nasıl olması gerektiğini vb. o kontrol etmek istiyor. Komünistlere ya da daha sonra Siyasal İslam’a karşı Batı’ya sadık ya da en azından müttefik olan geleneksel Arap liderleri bile bunu kabul etmezdi.
Yeni olan ise bunu kabul eden, uluslararası mantığı “güçlü olanla anlaşmak” olan ve tüm bölgesel devletlerin nüfuz alanlarını tanıyan bir ABD yönetiminin varlığıdır. Ukrayna, Putin’in nüfuz alanıdır. ABD’nin ticari ve ekonomik anlaşmazlık yaşadığı Çin bile Tayvan ve belki de diğerleri üzerinde nüfuz sahibi olmayı hak eden bölgesel bir süper güçtür. Japonya ve Güney Kore’ye gelince, ya Çin ile ilişkilerini düzene sokacaklar ya da bir savunma stratejileri olacak. Aynı şey Avrupa ve Rusya için de geçerli. Bakın Trump, Suriye’den nasıl “Türkiye’nin nüfuz alanı” olarak bahsediyor. Olayları bu şekilde görüyor.
Suriye konusuna gelince Trump, İsrail’in küçük bir ülke olduğunu ve Suriye’ye daha fazla yayılabileceğini düşünüyor. Ona göre Golan Tepeleri yeterli değil, öyleyse neden olmasın? Yani İsrail güç kullanma becerisini ve güç mantığının etkinliğini kanıtlamıştır ve bu nedenle tüm bunlar onun hakkıdır. Bu ABD mantığıdır, dehşet verici ve tehlikelidir. Çünkü eğer buna resmi bir Arap tepkisi olmazsa, bence halklardan bir tepki gelecektir.
Şu anda İsrail’e karşı silahlı bir güç olmadığı doğrudur ve bazı Arap rejimleri bundan memnun olabilir. Ancak halk düzeyinde nüfuz mantığının kabul görmeyeceğini düşünüyorum. Bu arada, İsrail’in nüfuz mantığı fikri, bir zamanlar bölgedeki sömürgeci mantığa, yani özellikle Arap Maşrık’ındaki mezhepler ve azınlıkları kullanarak geri dönmesiyle pekiştirildi. Bu, İsrail’in sözde “direniş eksenini” vurduktan sonra başka hiç kimsenin nüfuz alanına sahip olamayacağını düşündüğünün en önemli kanıtlarından biridir.
Mısır, bir ülke olarak bunu kabul etmemelidir. Yöneticilerinin politikalarını bir kenara bırakın, sonuçta Mısır’da bir devlet var. Aynı şey diğer ülkeler için de geçerli. Ancak bana öyle geliyor ki, onlar seslerini yükseltmeyecekler. Arap Maşrık’ı paramparça ve mezhep çatışmalarıyla, “düşmanın İran olduğu” yanılsamasıyla meşgul. Sünni-Şii çatışmaları Irak’tan Suriye’ye ve Lübnan’a kadar bizi vurdu ve bu bölgenin tamamı artık yükselen siyasi mezhepçiliğin bölgesi haline geldi. Bu çatışma ölümcüldür, ancak Arap halklarının dikkati bununla dağıtılmazsa, İsrail’in yayılmasına karşı bir öfke olması beklenir. Bu nedenle mezhep çatışmasıyla dikkatlerini dağıtmak, İsrail’in yayılmacılığına karşı direnişi zayıflatmanın en önemli yollarından biridir.
Suriye: Rejim ve devlet arasında ayrım yapma ihtiyacı
Sarra Griria: Bu bağlamda, Şam’daki mevcut rejim nasıl bir rol oynayabilir? Suriye’deki genel durum yıllar süren savaş ve Esed yönetiminin ardından tamamen çökmüş durumda ve bölünme tehdidi baş gösteriyor. Mezhepler ve silahlı gruplar arasındaki şiddet artmadan bu krizden hızlı bir şekilde çıkma imkanı var mı?
Azmi Bişare: Ben bunun kaçınılmaz olmadığına ve Suriye yönetiminin davranışlarına, Suriye toplumuna gönderdiği mesajlara, planına ve yönelimlerine bağlı olduğuna inanıyorum. Beşşar Esed rejiminin çöküşünden sonra Suriye tecrübesinin başarılı olacağına dair umut beslemem doğal, çünkü bunun alternatifi kaos olurdu. Ancak mevcut Suriye yönetiminin tutumu karşısında koşulsuz bir iyimserlik de ifade edemiyorum. İlk olarak rejim ve devlet arasındaki farkı ayırt edememekle başlayalım. Eğer bu ayrım yoksa, demokrasiden bahsetmeden, hukukun üstünlüğü, sivil toplum ve çoğulculuğun asgari düzeyde olduğu bir devlet geliştirme ihtimaline doğru herhangi bir geçiş yapmak zordur.
Burada iki seviyeden bahsediyorum. Bunlardan ilki geçmiş düzeyinde kurumlar, çalışanlar, teknokratlar vb. dikkate alınması gerekirken Suriye’de devlet yokmuş gibi davranıyorlar. Herkes Baasçı değildi ve Baasçıların hepsi de suç işlemiyordu. Gelecekte bu, devletmiş gibi hareket ettikleri için mevcut rejim ile devlet arasında hiçbir ayrım kalmayacağı anlamına gelmektedir. Bu çözülmesi gereken temel bir meseledir ve rejim siyasi iktidar ile devlet ve vatandaş mantığı arasındaki farkı anlamalıdır.
İkincisi ise Suriye’yi eskiden Alevilerin yönettiğine dair inanış doğru değildir. Suriye bir diktatörlük rejimi tarafından yönetiliyordu. Sünniler ve diğer mezhepler gibi Aleviler de yöneten değil yönetilen konumundaydı. Güvenlik güçlerinin kontrolü bölgesel gruplar tarafından sağlanıyordu ve bu gruplar daha sonra mezhepselleşti. Ancak rejim hiçbir zaman mezhepçi bir rejim olduğunu söylemedi.
Bu inanç -Irak’ta olduğu gibi, Şiiler yönetiliyordu ve şimdi bu Şii çoğunluk Irak’ı yönetecek- son derece tehlikelidir. Öncelikle nüfusun çoğunluğunu bir mezhebe dönüştürür ve içindeki çoğulculuğu bastırır. İkinci olarak, diğerlerine tam vatandaş yerine çoğunluk tarafından hoş görülen azınlıklar olarak davranmak şartlı bir hoşgörüdür. Üçüncüsü, yöneticiler “biz” derken Suriyelileri değil, Sünnileri kastediyorlar ki, bu bir felaket. Bu durum eşit vatandaşlığın ortaya çıkmasını engellemenin yanı sıra yabancı ülkelerin girip azınlıklara koruma dayatmasına izin verir. “Biz” ve ‘onlar’ mantığıyla hareket etmek çok tehlikeli. Elbette devleti, devlet kurumlarına güvenmeden yönetmenin imkansızlığı, bütün insanlardan şüphe edilememesi gibi daha birçok şey var.
Ancak devlet ile rejim arasında iki temel ayrım yapılması gerektiğine inanıyorum. Sanki devlet artık Sünni çoğunluğu temsil ediyormuş ve azınlıklar da Aleviler ve Dürziler için sembolik bir temsil hakkı verilen sadece hoşgörülen insanlarmış gibi ve aslında Suriye toplumunun yarısını oluşturdukları halde kadınlara da sadece bir temsilcisi olan bir azınlık grubuymuş gibi davranılmamalı. “Biz” derken erkek Sünni Arap Müslümanları kastediyorlar, geri kalanlar ise diğerleri. Bu çok saçma. Elbette önümüzdeki iki yıl içinde yaptırımlar gibi kesinlikle çözüme kavuşturulacak önemli meseleler var. Fakat ABD’nin yaptırımların kaldırılması için öne sürdüğü tüm koşullar ne demokrasiyle, ne Suriye toplumunun bütünlüğüyle, ne de İsrail’le normalleşmeyle ilgili. Bu onlardan (mevcut Suriye yönetimi) bir bağış, çünkü Batı’nın bunu istediğini düşünüyorlar. Yaptırımların kaldırılması için Batı’nın eşitlikle ilgili hiçbir koşulu yoktur. Dolayısıyla bu halklar olarak bizim görevimizdir ve bunun Batı tarafından bize dayatılmasını beklememeliyiz. Bu Suriyelilerin görevidir, Batı’nın değil kendilerinin.
Arap Yahudilerinin tarihine yeniden bakış
Sarra Griria: Sonuç olarak, Arap dünyasında ve hatta Batı’da, Filistin’le dayanışma söylemi genellikle Arap-İslam kültürel tahayyülüne dayanıyor. Daha fazla uluslararası referansa dayanmamız ve Arap ve Müslüman dünyası dışında Batı toplumlarında-Siyonizm karşıtı Yahudiler gibi- müttefikler aramamız gerekmez mi? Çoğu bölgeyi terk eden Arap ve Doğulu Yahudilere gelince, bu tarihe sahip çıkmamız ve onu sömüren İsrail’e bırakmamamız gerekmez mi?
Azmi Bişare: Bu soruyu yanıtlamak için uzun bir zamana ihtiyacım var. Hiç şüphe yok ki, işgal altında ve mevcut adaletsizlik ışığında, ulusal hareketin söylemi evrensel adalet ve haklar olmalıdır. Ancak zaman zaman bölgesel olarak bizi etkileyen dalgalar var. Sadece Filistin’de değil Arap dünyasında yaşanan bir İslamlaşma dalgasının ardından ve FKÖ’nün silahlı mücadeleyi terk etmesinin ardından Filistin söyleminin nasıl İslamlaştığını gördünüz.
Müslüman Kardeşler’in silahlı mücadeleyi reddetmesi ve laik milliyetçi hareketin bunu benimsemesiyle tarih tamamen tersine dönmüştür. Bana göre her durumda, Hamas silahlansa bile, dünyaya anladığı bir söylemle, adalet ve hakkaniyet söylemiyle hitap etmelidir. Bunu yaparken de davasından vazgeçmiş olmuyor. Sonuçta Filistin davası haklı bir davadır, bunu adalet ve hakkaniyet söylemine dönüştürmek yapılacak en doğru şeydir.
İşgal edilen ilk halk biz değiliz ve Müslüman olduğumuz için değil, kendi topraklarımızda olduğumuz için işgal edildik. Elbette ulusal kurtuluş söylemi de evrensel olarak kabul görmektedir. Ancak bildiğiniz gibi tarih boyunca, tüm ulusal hareketler din de dahil olmak üzere farklı seferberlik araçları kullanmıştır.
İsrail dışındaki Yahudilere hitap etme konusuna gelince, bunun önemli olduğuna şüphe yok. Dünyadaki Yahudilerin büyük bir kısmının İsrail ve Siyonizm ile ilişkilerini kesmelerine yardımcı olmamız gerektiğine katılıyorum. İsrail’in yaptıklarından sorumlu tutulmalarını kabul etmemeliyiz. Elbette Anti-Siyonist Yahudiler, Gazze’yle dayanışma hareketinde önemli bir role sahiptir.
Arap Yahudileri açısından, Arap rejimleri Siyonizm ile gerçek bir çatışmaya girmediler. Ancak 1948 ve 1967 savaşlarının ortasında, Arap Yahudilerin Filistin’e göçünde bir tür suç ortaklığı vardı. Arap rejimlerinin onlara karşı tutumu, diğer konulardaki tutumlarından daha iyi değildi. Arap rejimleri diğer konularda demokratik değillerdi ama bu konuda adaletsizdiler. Bölgedeki Arap ve Doğulu Yahudilerin tarihine ilişkin herhangi bir inceleme eleştirel bir inceleme olmalıdır, yani Arapların Yahudilere yönelik davranışlarını idealize etmemeli, ancak şeytanlaştırmamalıdır da.
Yahudilerin Araplar arasında hiç şüphesiz dini bir azınlık olarak yaşadıklarını anlamalıyız, çünkü hakim kültür İslami bir kültürdü, ancak hüküm süren siyasi İslam değil, geleneksel kültürdü. Bu nedenle, tarihteki tüm dini azınlıklar gibi, krizlere ve aşamalara göre bir aşamadan diğerine müzakere içinde yaşadılar. Arap dünyasındaki Yahudilerin durumunu Avrupa’daki durumlarından ayıran şey, Yahudilere özgü bir Arap ya da Müslüman ırkçılığının, yani antisemitizmin olmamasıdır. Araplar arasında ırk ayrımcılığı ya da ırk teorileri olmadığı gibi, Yahudilerden kurtulmayı da hiç düşünmediler. Evet, tüm azınlıklara karşı ayrımcılık vardı, ama Araplar en çok ayrımcılığı Yahudiler ya da Hristiyanlardan ziyade Müslüman azınlıklara, yani çizgiyi aşan İslami gruplara karşı yaptılar. Bu geleneksel bir toplumdu. Bunu eleştirel bir gözle incelemek bizi utandırmaz, toplumlar evrim geçirir.
Dolayısıyla, tarihimizi gözden geçirdiğimizde, ülkelerimizin Yahudiler için bir cennet bahçesi olduğunu söylemeye, hoşgörüden ve Endülüs'ten bahsetmeye karşıyım, bunlar bence yanılsamalar. Ancak aynı zamanda Arap dünyasının Yahudiler için bir cehennem çukuru olduğunu söylemek de gerçek dışı bir iftiradır. Çoğu Yahudi tarihçi de aynı şeyi söyler. Ortaçağ ve modern Avrupa ile tarihsel bir karşılaştırma yaparsak, kazanan Araplar olur.